17 Haziran 2015
günü Los Angeles'tan ayrıldıktan sonra Kaliforniya'nın kuzeyini ve güneyini
birbirine okyanus kenarından bağlayan meşhur Highway 1 üzerinden kuzeye doğru
ilerliyoruz. Highway 1 ismi, Kaliforniya'ya ilişkin birçok şeyde olduğu gibi,
marka haline gelmiş bir otoban. 1930'larda yapımına başlanmış ve 1960'a kadar
sürmüş. Güneyden kuzeye ilerlerken bu yol üzerinde sol yanınızda sonsuz
okyanus, sağ yanınızda ise kimilerinin yanından araba ile geçmeniz on dakika
süren ekili tarlalar uzanıyor. Amacımız bu kıvrımlı yolu okyanus boyunca takip
edip güzergah üzerinde belirlediğimiz kasaba büyüklüğündeki şehirleri ziyaret
ederek San Fransisco'ya ulaşmak. Oldukça uzun bir güzergah ve çok sayıda
durağımız olduğundan arada Morro Bay'de konaklayacağız.
Kaliforniya'nın
kuzeyi oldukça ilginç bir tarihe sahip aslında. Seyahate başlamadan önce
okuduğum bazı şeyler sürekli kafamda dönüyor bol boyunca ilerlerken.
İlerlediğimiz toprakların, Kaliforniya'nın kuzeyinin, oldukça ilginç bir
hikayesi var. 1846-48 Meksika Amerika savaşı sonrasında Amerika
sınırlarına katılan Kaliforniya'nın kaderi bu tarihten sonra değişiyor.
Amerikalıların azmi mi dersiniz, şansı mı yoksa taşı toprağı değerlendirme
hırsı mı bilmem ama şu kovboy filmlerinde gördüğümüz altına hücum dönemi
tam olarak tarihten sonra başlıyor. Eyaletin kuzeyinde keşfedilen altın
madenleri gözünü hırs bürümüş binlerce insanı Kaliforniya kuzeyindeki
bu topraklara çekiyor. Kimisi bu işten oldukça karlı çıkarken önemli bir kısmı
altında bulamadığı rızkı verimli tarım arazilerinden çıkarmaya çalışıyor.
Aslına bakarsanız bugün de Kaliforniya'da pek de fazla değişen bir şey yok.
Günümüzün altın madeni olan Silikon Vadisi hala milyonlar için cazibe merkezi
kılıyor burayı. Değişmeyen tek şey tarım arazileri. O kadar geniş ekili alanlar
ve kocaman makineleri kullanarak üretim yapan çiftçiler var ki insan bir ara
okyanusu birakıp hayran hayran bu tarlalara bakıyor. Kaliforniya teknolojik
yatırımları ile dikkat çeken bir tarım ülkesi olarak kazınıyor aklıma. Elbette
bir de çok güzel şehirleri var.
Tarihi ve tarımı bi kenara bırakıp güzergaha gelecek olursak: Bugünkü amacımız Los Angeles'tan yola çıkarak, okyanus kenarında kıvrılarak küçük ve güzel kasabaları dolaşmak. Santa Monica'dan (Los Angeles) ayıldığmızda rotamızda öncelikle Malibu sahilleri var. Malibu ismi başka birçok şeyle de anılsa da burası elverişli dalgaları nedeniyle sörfçülerin de uğrak mekanı olan güzelce bir sahil. Güzelce dememin başlıca üç nedeni var: Birincisi, Türkiye'deki sahilleri biliyorsanız eğer dünya için yeterince yüksek bir çıtanız var demektir, inanın. İkincisi, hadi Malibu'nun da hakkını çok yemeyelim, bizim orada olduğumuz anın kapalı bir güne denk gelmesiydi. Üçüncüsü su Haziran ayında olmamıza karşın oldukça soğuktu. Ayaklarımızı sokmaktan öte gidemiyoruz maalesef bu sahilde de. Yüzmeye gelenler, daha doğrusu su da olanların çoğunun üzerinde sörf kıyafetlerinin olması da bu durumu güzel anlatıyordu. Suyun soğuklu ve havanın kasvetli olması nedeniyle biz sahilde durup, yüzme bilmeyen çocuklar gibi, yüzenleri ve daha çok sörf yapanları seyrediyoruz.
Malibu sahilinden ayrıldıktan sonra kuzeye doğru ilerlemeye devam edioyoruz. Şansımıza hava biraz daha açıyor. Havanın açması ile birlikte sağ tarafımızdaki uçsuz bucaksız tarlalar da daha fazla dikkatimizi çekiyor. Çilek tarlalarının yanından geçiyoruz. Ben hayatımda buy kadar büyük tarla görmedim. Ve makineler. Bu tarlaların yanında da bazı bazı satış noktaları var. Çilek satan yerlerden birinde daynamayıp duruyoruz.
Çilekler lezzetli, hava açtı, keyfimizi daha ne arttırabilir ki diye düşünüyoruz. Karşımıza yol üstündeki bir snraki güzergahımız Santa Barbara çıkıyor. Santa Barbara'yı nasıl anlatsam bilemiyorum. Söyle deneyelim: Bodrum'u alın, cruze turu ile gelenler başta olmak üzere tüm kalabalığı atın. Beyaz renk kalsın. Sokaklar geniş, dükkanlar şık sade olsun. Fiyatları şişirilmiş pahalılık yerine hakkını talep eden lüks olsun her yerde. Ama isterseniz küçük salaş ve acayip keyifli yerler de bulabilin mesela. Sonra deniz yerine okyanus, ve tekne turları yerine balina gözetleme turları koyun sahile. Kaykaylı insanlar da eksik olmayacak tabi. Santa Barbara işte öyle bir yer. Biz sadece yol üstü duraklarından biri haline getirdiğimiz için ğişman olduk. Keşke bir günümüzü daha burada geçirebilseydik diye düşündük.
Özellikle Betül, kalbinin bir parçasını Santa Barbara'da bıraktıktan sonra yolumuza devam diyoruz. Yalnız bu defa planımızda ufak bir değişiklik yapıyor ve okyanus kenarından ayrılıp biraz içerilere doğru ilerlemeye başlıyoruz. Diğer bloklardan okuduğumuz ve muhakkak görülmesi tavsiye edilen bir başka kasaba planlarımızı değiştiriyor: Solvang.
Burası 1900'lü yılların başlarında Batı'ya göç eden bir grup Danimarkalı tarafından, kendilerine Meksikalı bir toprak zengini tarafından hediye edilen arazi üzerine kurulmuş bir Danimarka kasabası. Tüm binalar ve sokaklar Danimarka kültürüne gre dizan edilmiş. Harika tasarımı olan bir sürü binası, sevimli sokakları, cıvıl cıvıl insanları olan bir yer burası. Hemen girişinde at çiftlikleri ve güzel atlarla karşılıyor sizi. Ana caddesinde estetik bir yel değirmeni, yine orta çağ mimarisine göre inşa edilmiş kiliseler. Anlatmak zor hakikaten, biraz fotoğraflara bırakalım sözü:
Amerikanın güzel yanlarından biri de bu. Mazisi göçmenlik üzerine kurulu bir ülke olduğundan, insanların kültürlerini yaşatmaları konusunda büyük bir özgürlükleri var. Chinatown'ların her ne kadar mazide dışlanmaya da dayanan hikayeleri de olsa, ülkenin farklı yerlerinde böyle güzel hikayeleri olan Danimarka, Alman, İtalyan kasabaları veya yerleşkeleri görmeniz mümkün. Solvang o kadar güzel ki, ayrılamıyoruz. Kasabadan çıkmamız akşamı buluyır neredeyse. Lakin yolumuz uzun sırada konaklamak için duraklayacağımız ve rotamızın tam ortasına denk gelen Morro Bay var. Morra Bay, gün içinde gördüğümüz kasabaların içinde en sönük kalanı. Galiba bu yorumda, ucuz olsun bizim olsun diyerek ayarladığımız otelimizin görünüşü de etkili oluyor.Üçüncü sınıf Amerikan korku filmlerinde neşeli bir grup öğrencinin gelip, teker teker cinayete kurban gitikleri motelleri andırıyor bu yer. Başlangıçta biraz korkutsa da, derin uyku herşeyi unutturuyor. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra hemen otelden çıkıp kasabadan ayrılmadan önce şöyle bir okyanus kıyısına uğruyoruz. Burası aslında küçük bir balıkçı kasabası olarak nitelendirebileceğimiz bir yer. Balıkçı barınağı ile iskele arasında bir yer olarak niteleyebileceğimiz yerin hemen karşısında başı dumanlı bir tepeye ev sahipliği yapan güzel bir ada var. Burayı seyrederken sıklıkla deniz aslanlarının kıyıya yaklaşmasını görüyor ve seslerini dinliyorsunuz.
18 Haziran yolculuğumuzun en önemli uğrak noktası Carmel by the Sea isimli kasaba olacak. Duyduğumuz dillere destan güzelliği ile Solvang'e rakip hatta ondan daha güzel olmasını bekliyoruz. Rotamızı yine okyanus kerarı (Highway 1) olarak ayarlıyoruz. Acelemiz yok. Yolun tanıdını çıkara çıkara ve yol üzerindeki manzara noktalarında dura dura gidiyoruz. Karşımıza çıkan manzara noktalarından birinde deniz aslanlarının sere serpe yayıldığı bir kıyıyı seyrediyoruz mesela. Bize çok farklı gelse de bu kıyılarda yaşayan insanlar için martı görmek gibi birşey deniz aslanları. Ama bize yine de farklı geliyor ve tadını çıkarıyoruz. Öte yandan, okyanus ile dağ arasına sıkışmış yol da bazen oldukça güzel görüntüler oluşturuyor.
Uzun yolculuğumuzun ardından nihayet Carmel By the Sea'ye ulaşıyoruz. Burası nasıl bir yer sorusuna herhalde en iyi yanıtı 1910 tarihli bir rapor ile yanıt vermek yeterli olur. Efendim bu rapor diyor ki, o zamanlar yeni yeni kurulan şehirde bukunan evlerin yüzde 60'ı kendini estetik sanatın en güzel örneklerini vermeye adayan ev sahipleri tarafından inşa edilmiş. Şehire o yandan bu yana birçok ünlü aktör, şair ve sanatçı belediye başkanı olarak hizmet vermiş. Clint Eastwood da bunlardan biri. Kasabanın böyle bir geçmişi olunca haliyle gördüğünüz manzara da beklentilerinizi karşılayacak cinsten oluyor. Gotik tarzda ev tasarımlarından aklınızı yerinden çıkaracak fiyatlara sahip sanat galerilerine ev sahipliği yapıyor. Bir küçük not, 2014 rakamlarına göre Carmel By the Sea'de hane başı gelir düzeyi 120.000 Dolar ile Amerikan ortalamasının yaklaşık iki katı.
Carmel By the Sea'nin sokaklarında dolaşırken hoşumuza giden bir başka şey ise "Trukish Art Gallery" isimli dükkana rastlamamız oldu. Hemen içeriye geçip, İstanbul'dan buraya göçüp ticaret yapmaya karar veren hemşerimizle memleket muhabbeti yapıyoruz.
Carmel by the Sea'den ayrıldıktan sonra yapılması gereken şeylerden biri 17 Miles Drive olarak bilinen güzergahı takip etmek. Burası Highway 1'ın ilk zamanlarından kalan, şimdi ise para ödeyerek girdiğiniz, kıvrıla kıvrıla tepeden inen, manzara noktalarına bağlanan, golf sahalarının ve harikulade evlerin yanında geçerek okyanus kıyısında ilerlediğiniz bir güzergah:
17 Miles Drive güzergahını da tamamladıktan sonra Los Angeles ile aramızda sadece Monteray ve Santa Cruz kalıyor. Bu şehirler de aslında güzel sayılabilecek ve fakat Solvang ve Carmel by the Sea'den sonra bize biraz sönük gelen güzel okyanus kasabaları. Bu iki şehir ile o günkü güzerhımızı tamamlıyor ve san Fransisco'da otelimize ulaşıyoruz. Son olarak ekleyelim, bu güzergahlardan Monteray'de Kaliforniya'nın ilk tiyatro binasını da görüyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder