8 Kasım 2014 Cumartesi

Rüzgar, Şaşaa ve Gökdelenler: Şikago

Hermes abiyesi, Prada gözlüğü ve Chanel marka çantası ile yanınızdan şıkır şıkır geçip giden kumral uzun boylu bir kadının adı Şikago. Üzerinizde bıraktı mutlak etki şaşaası..    






Amerika'daki ilk seyahat noktam olan Şikago'ya gittiğimiz gün Amerika’ya gelişimin 42. günündeydim. Eve yerleşmek, düzeni kurmak, okula alışmak ve midtermler derken 40 küsür günü devirmiştim. Yedi seneyi aşkın memurluk hayatının ardından zamanın tatlı bir yoğunlukla ve hızlı geçtiğini hissetmek tuhaf bir mutluluk veriyordu. İnsanın kendi enerjinin yeniden farkına varması çok güzel bir duygu. 

Cristof Columb'un kıtayı keşfetmesi bazı eyaletlerde tatil olarak değerlendiriliyor Amerika'da. Bu fırsattan yararlanarak, biz de Ann Arbor'a üç saatlik  mesafede olan Şikago yollarına düşüyoruz. 

Üç kişiyiz. Bana eşlik eden arkadaşlarım Luis ve Alihandro. Luis, Ford School'dan sınıf arkadaşım. Ekvadorlu. Ailesi ile birlikte 18 yıl önce Amerika’ya göçmüş ama hala kanında Latin Amerika’nın romantik devrim aşkını taşıyor. Ekvator’dan Amerika’ya gelir dağılımı, adalet, silah sanayi, kapitalizm, Henry Kissenger'ın aslında neden yargılanması gerektiği  falan, konuşup duran birisi. Çok sıkılsam da bazen, söylemiyorum. Böylelerini hep çekerim zaten biliyorum, kaderim bu deyip, sineye çekiyorum. Genel olarak duygusal, yardımsever, naif birisi Luis. Öteki Alihandro.  Luis'in üniversite yıllarından arkadaşı, Meksikalı. Tek kelimeyle özetlemek gerekirse, cuk oturacak bi lafım var ama yazamıyorum. (Oto sansürün geldiği nokta endişe verici.) Alihandro da 10 küsür yıldır Amerika’da ama İngilizcesi benle gelmiş havası uyandırıyor. Bar filozofu. Devrim, gelir dağılımı zerre umurunda değil. Global ölçekte tek sorunu havaların geçen sene çok soğuması ve yeni mont için çok para vermesi. Aşağıdaki fotoğrafta özçekimimizi yapan Luis, arkada umursamaz biçimde  uyuyan ise Alihandro. Bu durumda arabayı kullanan da ben oluyorum.



Arabamızla cumartesi öğlen sularında çıkıyoruz Şikago yoluna. Şikago'ya rüzgarın şehri deniyormuş. Bunun nedeni Luis’e göre şehrin tarihi boyunca farklı siyasi akımların etkisinde kalması iken Alihandro’ya göre sadece Michigan gölü kenarında kurulu şehirde rüzgarın cidden iliklerine işlemesi. Benim ise aklımda sadece "The Untouchables" filminden bir sahne vardı Şikago'ya dair. Bu sahne bilinçaltıma nasıl işlemişse artık, puroları ve uzun Cadillac arabaları olan acımasız adamların şehri olarak kalmış aklımda koskoca şehir.



Şanslıydık, çünkü baharı andıran güzel bir hava vardı. Üç saatlik yolda bir saat mola verip, saat 2 sularında Şikago’ya girdik. (Aslında bu tembelliğimizde saat dilimlerindeki farklılık nedeniyle Şikago’nun bir saat geride olmasının da payı büyüktü.) Şikago'ya şehrin doğu tarafından giriyoruz Ann Arbor'dan giderken.  Burada ilk olarak eski, renksiz, bakımsız bir köprü ve ardından da duvarları yer yer grafitilerle süslü olan fabrika binaları karşılıyor bizi. Şikago deyince hep anlatılan gökdelenlerden ve şaşaadan eser yok doğu girişinde. Sanırım Amerikan şehirleri ile aramda asla oluşmayan duygusal bağın temeli burada atıldı. Bana hep karmaşık gelen Amerikan otoyollarında çıkışı kaçırmama telaşı içerisinde downtown yoluna girmeyi başarıyoruz. Tam bu esnada Şikago şaşaası dediğimiz şey ufukta beliriyor.



Bu hali ile uzaktan baktığımızda Şikago nedir sorusuna verilecek yanıt, uzun binalar ve ondan daha uzun binalar olabilir gibi geliyor. Yeşilliğin ve gökdelenlerin kenti Ankara'dan gelmiş biri olarak Şikago'nun bu hali yüzümde biraz ekşimeye neden oluyor. Şehrin merkezinde fikrimin değişeceğinden habersiz yüzümdeki ekşi ifade ile yol almaya devam ediyoruz. Şehir merkezine girdiğimizde karşılaştığımız en önemli sorun araba park yeri oluyor. Gökdelenlerin arasında park yerleri ya dolu ya da inanılmaz pahalı. Daha sonra Luiz'in Şikago'da buluştuğumuz bir başka arkadaşı sayesinde uygun sayılabilecek bir park yeri bulabiliyoruz.  Arabadan inip Şikago sokaklarında dolaşmaya başlıyoruz. Caddeye baktığınızda kendinizi önce fare gibi hissediyorsunuz. Ne demek istediğimiz biraz fotoğraflarla anlatayım isterseniz. Caddede dümdüz karşıya baktığınızda gördüğünüz manzara şu:



Kafanızı yukarı kaldırdığınızda ise şöyle bir manzara ile karşılaşıyorsunuz:



Kelimenin gerçek anlamıyla kendinizi çok küçük hissettiğiniz bir şehir burası. Mesai günlerinde bu koca koca kafeslerde çalışan yüzbinlerce adamdan eser yok tatil günü. Sokaklar özellikle şehir merkezinde şaşırtıcı derecede sakin. Kafamızı yukarı kaldıra kaldıra caddelerde yürümeye başlıyoruz Luis, Alihandro ve yeni katılan arkadaşı Hector ile birlikte (İsimleri Latinlerin Ali Veli ve Mehmet'i olan bu adamlardan Hector'un da Latin olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı. O da Ekvadorlu). Hector daha önce Ann Arbor'da tanıştığımız birisi. University of Michigan'dan Luis ile birlikte mezun olmuş, şimdi bir yatırım bankasında çalıyor. Genel olarak sessiz, sohbete gülerek eşlik eden, ara ara iyi yorumlar yapan, hesapları ben öderim havasında ve BMW 5.20 si ve ayfon 6s'i olan bir adam. Yolda yürürken, yapılan telefon görüşmelerini ardından, grupta yeterince Ekvatorlu yok kanısına varmış olacaklar ki, yeni bir arkadaşlarını daha davet ediyorlar. Gelen isim Patt. Paçaları bol, siyah bir takım elbise giymiş. Bende yarattığı ilk etki, neden bilmiyorum ama, Şikagoya ilk girişte yaşadığım his ile paralel oluyor. Ama sonrasında Patt'e karşı düşüncelerim çok değişiyor.

Fotoğrafı Patt çekmiş. Luis, Alihandro, Hector ve ben. 

Hep beraber ilk önce şehrin müzesine gidip bir kahve içtikten sonra (valla giriş pahalı geldi ne diyim) Patt'e yukarıdaki fotoğrafı çektirip şehir merkezindeki yegane park olan Milennium Park'a doğru yollanıyoruz. Millenium park hakkaten koskoca gökdelenlerin arasında kalmış yemyeşil güzel bir vaha gibi. Herhalde modern sanatın örneklerinden oldukları için olsa gerek, pek anlayamadığım ilginç sanat eserlerinin ulu orta sergilendiği bir alan. Bana ilginç gelen ikisinin fotoğrafını aşağıdaki resimlerden görebilirsiniz. Bunlardan ilki insan suretlerinin led ekranlarda sergilendiği devasa duvarlar. İnsanlar ağızlarını ıslık çalar gibi yaptıklarında bir müzik ile birlikte ağızlarından su fışkırıyor.



Diğeri ise parlak metalden yapılan dev yumurtamsı şekil. Ne işe yaradığı konusunda herkes hem fikir. Yaklaşıp yüzeyinde tuhaf biçimlerde beliren yansımanızın fotoğrafını çekiyorsunuz. 





Bu kadar şehir merkezi turu yeter deyip ardından Michigan Gölünün kenarına doğru hafif hafif yollanmaya başlıyoruz. Güneş batmaya yakın. Öyle bir rüzgar esiyor ki, neden rüzgarın şehri denildiğini bal gibi anlayabiliyorsunuz. Buz gibi. Ama çok ilginç bir rüzgar. Sürekliliği yok. 10 dakika esiyor, sonra duruyor. Tuhaf. Ne yapacağımız konusunda bir fikrimiz yok. Sadece grubumuza 4. Ekvadorlunun katılacağını öğrenmenin mutluluğu ile yürümeye devam ediyoruz. Yolda giderken Patt ile sohbete başlıyoruz. Türk olduğumu öğrenince adama bir efkar çöküyor. Gerçekten. Meğer bizim Ekvadorlu eleman bir Türk kadını tarafından fena halde yaralanmış, bunu öğreniyorum. Patt, Ekvodordan Amerikaya göç eden aileler kervanından. (Bu kadar çok göç olmasının nedeninin ülkenin 90'lı yıllarda yaşadığı derin ekonomik kriz olduğunu ve fırsatını bulanın kapağı Amerika'ya attığını burada öğreniyorum. Tanıdık geldi mi?) Amerika'ya geldikten sonra müzik okumuş. Şimdi alışveriş merkezlerinde, özel davetlerde piyano çalıyor. Bir vakit müzik nedeniyle Paris'e gittiğinde orada bir Türk Hatun kişi ile tanışmış, paçayı kaptırmış. Kız Türkiye'ye dönmüş, bizim oğlanı İstanbul'a çağırmış. Garibim, cebindeki kıt kanaat parayla İstanbul'a gitmiş, kızın bir lafına. Kız napmış peki, "Ben Bodrum'dayım" demiş, "buraya gel." Adam bana mısın dememiş, İstanbul'dan otobüsle Bodrum'a gitmiş. Gitmiş de ne olmuş? Kız "Seni seviyorum, son kez görmek istedim ama ben başkasıyla evlenecem" demiş. Kıza mı yanarsın bizim oğlana mı? Gerisin geri dönmüş bizim zavallı da. İşin tuhafı, gerçi nesi tuhaf aşk işte, Patt hala seviyor kızımızı. 
Bu hikayeyi dinleyerek Michigan Gölü kıyısına kadar geliyoruz. Göl demeye şahit ister, kocaman, deniz gibi görünüyor. Kıyısında oldukça lüks yatlar var. Aramıza yeni Ekvatorluyu da alıp çığ gibi büyüdükten sonra, ne yapacağız sorusun yanıtının bu yeni elemanda saklı olduğunu görüyoruz. Bir kaptan edasıyla limanda demirli bulunan gemiyi işaret ediyor kafasıyla:


Geminin üzerinde Columbian Yacht Clup yazıyor. Üyelere özel bir yer olduğunu ve üye olmanın geçer koşulunun da burada demirli yatlardan birine sahip olmak olduğunu öğreniyorum. "Eee yatın mı var lan" diye haykıracakken eşinin burada çalıştığını ve bize özel olmak üzere bir masa ayarladığını öğreniyorum yeni elemanımızın. E hadi bakalım deyip yollanıyoruz.  Fazla tasvire gerek yok: gemi lüks, abiler kodaman, kadınlar sarışın. Masamıza oturuyoruz. 


Yemeklerimizi bitirdikten sonra yemekten daha güzel olan şeyin geminin en üst katından seyrettiğimiz Şikago manzarası olduğunu biraz sonra öğreniyoruz. 





Hava kararınca gördüğümüz Şikago bambaşka oluyor. Gerçekten karşınızda uzanan bu ışık kulelerine, şaşaaya, zenginliğe bakıp etkilenmemek mümkün görünmüyor. Elbette benim bu etkilenmemde, gökdelenlerin bu kadar yoğun olduğu bir şehirde ilk defa bulunmam olduğu kadar, altımdaki geminin ve elimde kaçıncı olduğunu hatırlamadığım şarap kadehinin de etkisi oldukça fazla olsa gerek. İlk günün sonunda Şikago ile burada vedalaşıyor ve ardından konaklamak için Luis'in arkadaşlarından birinin evine gidiyoruz.

Ertesi gün uyandığımızda, Luis'in arkadaşları sağolsunlar bizi kahvaltı yapmak için bir mekana götürüyorlar. Önünde sıra var. (Zaten Amerika'da bekletmeden içeriye alanı da görmedim. Müşteri velinimettir anlayışı buradan çok uzak) Bekledikten sonra içeriye giriyoruz ve kızcağız bana ısrarla buranın bir sipesiyalinden bahsediyor, onu tavsiye ediyor. Kıramıyor, tamam diyorum. Ama şuna bir bakın allahaşkına:

Fotoğrafa baktığımda bile hala bir tuhaf oluyorum.

Sabah sabah, etli omlet üzerine fasülye ve amerikan peyniri ve yanında da üzerinde tereyağına benzer birşeyin bulunduğu kalın hamurdan yapılmış 8 lavaş yenir mi? Ondan sonra niye obeziz. Amerikadaki salt amerikan yemek kültürünü bundan daha iyi açıklayacak bir yemek olmazdı herhalde. Kahvaltıda doğru dürüst peynir bile yiyemeyen bir adam olarak ucundan tırtıklamış olmam bile gün boyunca devam edecek bir mide sancısına ve bulantısına yetiyor. 
Kahvaltının ardından Luis ile birlikte Şikago'daki hac vazifesini icra etmek üzere şehrin en uzun gökdeleni olan Willis Towers'a doğru yola çıkıyoruz. Lokanta da olur da burada olmaz mı, elbette devasa bir kuyruk ile karşılaşıyoruz. Binadan içeri girip en tepeye çıkan asansörlere binmemiz yaklaşık bir buçuk saatimize mal-oluyor.  Ama çıktığınızda karşılaştığınız manzara şöyle oluyor:




Benim bu manzaradan daha çok etkileyen şey, bulunduğum yerden 1970'lerin sonunda da aşağı yukarı aynı manzara bakıyor olmayı düşünmek oldu. Evet. 110 katlı 472 metre yüksekliğinde olan bu bina 1973 yılında tamamlanmış ve diğer gökdelenlerden de genel olarak daha genç. Yamulmuyorsam 2000'lere kadar dünyanın en yüksek binası olma ünvanını da koruyor. Düşünün ki 1930'ların sonunda çoğunlukla ahşap binalardan oluşan şehir, yangın sonucunda binalarının önemli bir kısmını kaybediyor. Ardından merkezine çelik konstrüksiyonu alan bir mimari anlayışa ev sahipliği yapıyor ve 1970'lere gelindiğinde yukarıdaki manzarayı aşağı yukarı tamamlıyor. Evet, Avrupa şehirleri gibi sanatsal ya da tarihi bi dokusu yok ama kesinlikle etkileyici.

Kulenin en tepesinde dolaşırken yapmaktan asla kaçamayacağınız şeylerden biri de binanın tepesinden dışarı doğru çıkarılan cam odaların içine girmek. Azcık korkmakla beraber heyecan verici. Yalnız dikkat etmeniz gereken şey, belirli bir yolu takip ederken karşınıza çıkan ilk cam odanın paralı olması. Burada fotoğraf çektirip paranızı kaptırdıktan sonra yolunuza devam edip aynı odadan bi tane daha bulunduğunu ve burada kendi fotoğrafınızı çekebildiğinizi görmeniz biraz acı oluyor. Aşağıdaki fotoğraflardan ilki, paralı fotoğraf makinesine poz verirken ben (Luis armutluğumu çekmiş), diğeri de beleş tepedeki ben.



Kuleden aşağı indikten sonra, buraya kadar geldik uğramazsak gücenir deyip, Micheal Jordan anıtını ziyaret etmek için Chicago Bulls'un United Arena'sına gidiyoruz. 


  


Bir insanın yaşarken bu kadar efsaneleşmiş olması inanılmaz bir duygu olsa gerek diyor ve acıktığımızın farkına varıyoruz. O kadar Ekvatorlunun arasında kalmış olmanın verdiği bir bastırılmış milliyetçilikten olsa gerek, bizim elemanları aldığım gibi daha önceden araştırdığım bir Türk lokantasına götürüyorum. Cafe Orchid. Aslında restorandan ziyade bir cafe tarzında dekore edilmiş ama bir lokantada türk yemeği adına isteyebileceğiniz aşağı yukarı her şeyi  sunuyorlar. İçli köfteden adanaya ve mezelerine kadar. Fiyat performans oranı da fena sayılmaz. Haid gaza geldim Vedat Milör edasıyla bir de notlayayım bari: burası benden üç buçuk yıldızı alıyor. 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder