24 Ağustos 2015 Pazartesi

Kamera, Kayıt ve Motor: Los Angeles.

Derler ki, filmini çekmeye başlayıncaya kadar Hollywood, Vietnam Savaşı'nın varlığından haberdar değilmiş. Kimine göre sinemayı sanat yapan, kimine göre ise Amerikan politikasının "imaj maker"ı olan Hollywood'u tepelerine kazımış bir şehir Los Angeles. Renkli ve neşeli insanları, bohem sokakları ile biraz vurdumduymaz bir tarza sahip. Bu şehir, kamera vasıtasıyla gerçekliği  kendine göre bükme sanatını herkesten önce keşfetmiş. Çok sonradan elimize geçen kameralarla, Facebook ve Instagram'da yarattığımız dertten tasadan uzak cıvıl cıvıl dünyaların insanları olarak hepimize bıyık altından gülüyormuş gibi bir havası var.





15 Haziran sabahı erkenden Meksika sınırındaki otelimize veda edip yollara düşüyoruz yine. San Diego - Los Angeles arası iki buçuk saat. Biz daha sakin bir sürüş ve güneşin de keyfini çıkararak  üç saate tamamlıyoruz. Otel konusunda yine Best Western'den vazgeçmiyoruz. Bu defa kalacağımız otel Best Western Burbank Airport Inn. Los Angeles'ın biraz kuzeyinde, araba ile Santa Monica sahiline yarım saati biraz aşkın uzaklıkta. Eğer ulaşımda arabayı kullanıyor iseniz fiyat performans analizi başarılı bir otel. Bu arada belirtmeden geçmeyelim, Los Angeles hakkında otel araştırması yaparken sizi şaşırtabilecek şeyler de okuyorsunuz internette. Mesela bir çok sitede turist olarak geldiğinizde asla bulaşmamanız gereken semtlerden bahsediliyor. Bunlardan bir çoğu şehrin güneyinde olan semtler. Bu kaygının nedenini şehri ziyaretinizde anlayabiliyorsunuz. Los Angeles Amerika'daki evsiz nüfusunun önemli bir kısmına ev sahipliği yapıyor. Bunda şüphesiz ülkenin geri kalan kısmına göre daha elverişli iklim koşullarının olmasının payı büyük. Şehir merkezinde ya da Santa Monica'da her biri birer battaniye ile sahilde, yol kenarlarında yatan sayısız evsiz var. Siz elinizdeki içeceği çöpe attıktan sonra çöpten onu çıkaran genç, yaşlı onlarca insan... Farklı rakamlara rastlamak mümkün olsa da Amerika genelinde 800 bin civarında evsiz insan olduğundan bahsediliyor. Bunların kabaca %20'lik kesimi Kaliforniya'da yaşıyormuş. Kaliforniya başkaca ilginç verilere de sahip. Amerika'da marihuana kullanımını ilk yasallaştıran eyalet burası. Bunu iyi kötü değerlendirmesi yapmadan söylüyorum, sadece sokaklarda oldukça yaygın kokunun adını koyabilmek adına belirtiyorum. 2003'ten sonra iki dönem valilik yapan Terminatör'ü de belirtmeden geçmemek lazım elbet.  

Biz Los Angeles'a geri dönelim. Otelin giriş saati öğleden sonra 2 ve kuzeydeki otele gelmeden önce yolumuzun üstünde meşhur Hollywood işaretini görebileceğimiz bir durak var, önce ona uğrayalım istiyoruz. Malum, bir turist iseniz Hollywood yazısını görmeden ve onunla fotoğraf çektirmeden Los Angeles'tan ayrılamazsınız, yasak. Bunun için bir kaç alternatif var ama en yaygını aslında bir gözlemevi / rasathanenin de yer aldığı Griffith Observatory. Burası şehre hakim bir tepe üzerinde yer alıyor ve buradan hem şehri kuşbakışı seyredebiliyor hem de Los Angeles'ın tepelerine yerleştirilen meşhur Hollywood yazısını (Hollywood Sign) görebiliyorsunuz. 


Dediğimiz gibi bu tepe hem şehre hem de yazılara hakim bir tepe ama Hollywood yazısının çektirdiğiniz fotoğraflarda sizinle beraber çok net çıkması için uygun bir yer değil. Çıplak gözle oldukça net görebilmenize rağmen fotoğraflarda yakınlaştırmanız gerekiyor ve bu da haliyle fotoğrafın çözünürlüğünü etkiliyor. Eğer isterseniz arabanızı buraya park edip yazıyı daha net görebileceğiniz tepelere yürümeniz mümkün. Ama biz şahsen o sıcak havada bir yazı uğruna dağ tepe yürüme modunda değildik. Hatta otobüslerle seferler bile gerçekleştiriliyordu sanırım bir yerlere ama biz pek oralı olmadık.  Onun yerine bulunduğumuz tepeden fotoğraf çekmekle yetindik. Eğer ziyaret etmek isterseniz aklınızda bulunsun. Şehre kuş bakısı göz atmak ve Hollywood yazısı fotoğraflamak dışında burada yapacak fazlaca birşey yok. Ama biz Grand Kanyon'da başlattığımız alışkanlığımıza burada da devam ettirdik. Burası da çekirdek çitlemek için güzel bir yer. Gelirken yanınızda bulundurun derim.  
                 
                     

Otele gitmek için ayrılıp bulunduğumuz tepeden aşağı doğru inerken yeniden fark ediyoruz: İnanılmaz güzel bir yoldan geçiyoruz. Sağda solda ev demeye dilimizin varmadığı malikaneler var. Sonradan öğreniyoruz, Madonna'nın evinin de bulunduğu bir semt imiş burası.

Nihayet otele geliyoruz. Otele gelirken biraz ilginç yollardan geçiyoruz, hani kötü demeye diliniz varmaz ama böyle arabanın içinde bir sessizlik olur ya, işte biraz öyle oluyor ama otelin bulunduğu caddeye gelince bu hava dağılıyor. Otelde park için arabanın anahtarını vermek durumunda olmamız haricinde (park yeri küçük ve arabaları arka arkaya koyuyorsunuz) herşey güzel. Otelde fazla vakit harcamadan çıkıyoruz. Çünkü arkadaşlarımızla buluşmak için Santa Monica'ya gidecek ama öncesinde de dünya gözüyle bir Beverly Hills'i görmeye çalışacağız.

İlk durağımız Beverly Hills. Burayı tanımlama çabasına girsem mi, bilemiyorum. Zengin veya lüks biraz cılız kalıyor tanımlamak için, bolca pekiştirme sıfatına ihtiyaç  var. O nedenle fazla üzerinde durmadan, zenginliğin tüyünün dikildiği semt olarak tanımlamak isterim ben burayı. Para kazanmak bazıları için o kadar da büyütülecek bir mesele değil dünyada, bunu görüyorsunuz. İsterseniz yazının başındaki evsizler ile buradaki lüksü birleştirip Thomas Piketty'e bağlayabiliriz, ama bu yazıda yapmayalım. Etraf ünlülerin evi dolu. Ev dediğim de işte etrafı surlarla çevrili mekanlar. Çok fazla heves etmeyelim, canımız çekmesin diye "fotoğraf çekmeyin" uyarilari da asmislar duvarlara. Navigasyon aletimiz Micheal Jackson ve Marlon Brando'nun evinin önünde olduğumuzu söylüyor ama biz yüksek duvarlar haricinde pek birşey göremiyoruz. Lüks dükkan ve restoranlar bir yana etrafında dolaştığımız evler ve sokakların görünümü şöyle:


Bu lüks semtte biz de gerçekliği kendimize göre bükme hevesine kapılıyor ve geçici "lüksümtrak" arabamız ile "sanki biz de çok zenginmişiz" pozu veriyoruz. 

Beverly Hills'teki kısa turumuzun ardından Santa Monica'ya doğru yol alıyoruz. Santa Monica her ne kadar Los Angeles'ın uzantısı gibi görünse de buraya 15 dakika uzaklıkta ayrı bir şehir. Şehrin hemen göbeğinde yer alan uzun güzel plajı ve 3rd Street'i ile meşhur bir yer. Bir sahil şehri olmasına karşın Los Angeles'a göre daha da ucuz üstelik. Bunu hemen park yerinden anlıyorsunuz. Sahile iki paralel sokakta yer alan çok katlı otoparka (Parking structure 6) arabamızı 5 saatten daha fazla süre ile bırakıp 10 doların da altında bir para ödüyoruz. Sahile vardığınızda ilk dikkatinizi çeken kocaman bir cadde, bu caddenin hemen ilerisinde upuzun kumsal ve kumsalın kenarında yer alan rengarenk bir iskele oluyor. Ve tabii ki evsizler. Hava çok güzel ama akşama doğru biraz serin, hiç öyle deniz sıcağı yok, hatta ince bir monta bile ihtiyaç duyuyorsunuz. Burada arkadaşlarımız Çağlar ve Nesrin ile buluşuyor, biraz dolaşıp, birşeyler yedikten sonra güneşi Santa Monica sahilinde batırıyoruz.


 Santa Monica neşeli güzel sokakları, onlarca mutfaktan yüzlerce yemek alternatifi olan klasik güzel bir sahil şehri. Ama benim, daha önce San Diego'da Coronado adasında da dikkatimi çeken şeyi burada yeniden belirmek istiyorum. Şehrin göbeğinde, hiçbir otele, restorana belediye işletmesine parsellenmemiş upuzun bir sahil var. Arabanı park et, yürü ve denize gir. Göcekte, Bodrum'da şurada burada ödediğimiz plaja giriş paraları ve bizden çalınan denizler geliyor aklıma, samimi olarak üzülüyorum. Kaldı ki, Amerikan batı sahilleri ne kadar güzel olursa olsunlar yüzme keyfi bakımından bir Akdeniz, Ege değiller. Halk plajı bizde maalesef düşük tüketim malı. Bunu da sürekli tacizlerle, rahatsız edilen kadinlarla meşrulaştırmak gibi bir sarmalın içine giriyoruz. Neyse, içimi döktüm, bu kadar yeter. Santa Monica sahilinde, yukarıdaki resimlerde de gördüğünüz güzel bir iskele var. Gece kalabalık, ışıl ışıl. Lunaparkı da var. Akşamları ziyaret edilesi bir yer.
Santa Monica'da denilince bahsetmeden geçemeyeceğimiz son bir şey de Route 66. Route 66 1923 yılında yapımı tamamlanan ve "Amerika'nın Ana Caddesi" olarak bilinen yaklaşık 4000 km uzunluğunda bir otoyol. Chicago'da başlayan ve sadece okyanusu gördüğü yerde duran bir yol. Yolun sonundaki yer Santa Monica. Bu yol Amerika'da şarkılardan filmlere kadar bohem yolculukların, kaçışların işlendiği yol olmuş. Bizdeki "güneye yerleşmenin" Amerikancası da diyebiliriz. O nedenle Santa Monica'ya geldiğinizde bu tabelanın altında Betül'ün yaptığı gibi poz vermeniz şart.

 
Santa Monica'dan geç bir saatte ancak ayrılabiliyoruz. Issız yollarımızdan geçerek otelimize gidiyor ve ertesi gün için güç depoluyoruz. Klasik tabir ile dünya sinemasının kalbinin attığı yere, Los Angeles'taki Universal Studios'a gidiyoruz.

Amerika eğlencenin ciddi bir sektör olarak kabul gördüğü bir yer ve insanlar hem iş hem de hobi olarak eğlenmeyi ciddiye alıyorlar. Universal Studios bu işin ciddi ciddi kurumsallaştığı noktalardan biri. Hala aktif olarak kullanılan film stüdyoları ile tema parklarının olduğu bir yer. 1915 yılında sadece film çekimlerinde kullanılacak alanlar yaratma fikri ile başlamış bu iş. Kurucusu olan muhterem filmerin nasıl çekildiğini merak eden vatandaşları gelip ziyaret etmeleri için davet edermiş. O zamanlar buraya giriş ücreti olan 0.05 doların içine bir öğle yemeği kutusu da dahilmiş. Tabii bölge hep tarım arazisi (dutluk) olduğu için stüdyo görmeye gelenler mutfak alışverişlerini de yapar evlerine öyle giderlermiş. Şimdi giriş ücretinden tutun içindeki şovlara kadar herşey bambaşka elbet. O eski samimiyet kalmamış azizim!! Eğlencenin başkenti mottosu hakim şimdi. Amerika'da Florida ve Orlando'da da var bu stüdyolardan.


Park tüm gününüzü ayırmanızı gerektiren büyüklükte bir yer. Burada bulunan aktiviteleri ikiye ayırmak mümkün: stüdyo turları ve ünlü filmler temalı 3-4-5 belki de 6 boyutlu roller coasterlar. Meraklısı için Mumya, Transformers, Despicable Me, Simpsons, Shrek gibi filmleri animasyonları ve roller coasterları oldukça eğlenceli.  Burada kullanılan boyut ve görüntü teknolojisi ileride sinema filmlerinin nelere evrilebileceği konusunda bir fikir veriyor. Ama ben şahsen filmlerin çekildiği mekanlara ilişkin turları daha çok sevdim. Mesela aşağıdaki görüntüler çoçukluğumuzda bin kere seyrettiğimiz Jaws'ın çekildiği stüdyoya ait görüntüler. Kullanılan mekan, tekne, göle çekilip kaybolan dalgıç ve Jaws benim oldukça hoşuma gitti. Filmin sahneleri gözümün önünde canlandı resmen.




Aşağıdaki videoda ise yine turda karşımıza çıkan sel baskınına ililşkin görüntüler var:


Turun bir noktasında ise içinde dolaştığımız trenin camları tamamen üç boyutlu ekranlarla kaplanıyor ve King Kong bizi dinazorlara karşı savunuyor. Ben bunu çok sevdim. Aşağıdaki video benim bir kaydım değil ama yine de gösteriyi sizinle paylaşmak istedim:


Back to the Future arabası. Hastasıydık vaktiyle. 


Bunlar da turlardan ve parkın gece görünümünden bazı fotoğraflar: 


Gelelim benim tüm bu curcuna içinde en sevdiğim gösteriye. Eski TRT spikerlerinin deyimiyle söyleyecek olursak, "Aynı isimli filmden sahneye uyarlanan Waterworld isimli oyun/gösteri" benim Universal Studios'tan kesinlikle aklımda kalacak olan tek şey diyebilirim. Gösteriyi en gelişmiş efektlerin kullanıldığı bir tiyatro oyunu olarak da nitelendirebiliriz. Gün içinde gittiğimde tekrar seyretmeyi kafama koymuştum. Bu nedenle kapanışı da aynı oyunla yaptık ve üşenmeden sizin için gösteriyi çekip kısa bir film haline de getirdim.


İlk oyunun sonunda oyuncularla fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik tabi. Yalnız aşağıdaki ikinci fotoğrafta gördüğünüz üzere ben biraz Hollywood etkisine kaptırıp kendimi artistlik pozlar vermeye falan başlamışım. Hal böyle olunca sanki oyuncu benle fotoğraf çektiriyormuş gibi komik bir durum çıkmış.



Universal Studios'dan çıkmamız akşam saatlerini buluyor. ertesi gün kuzeye doğru yola çıkacağız, dolayısıyla şehirde geçirdiğimiz son akşamdayız. Hal böyle olunca son akşamda Los Angeles gezisinde gidilmesi farz olan Hollywod Bulvarına gitmeye karar veriyoruz. Bu cadde baştan sona 15 dakika içinde yürüyebilieceğiniz ama bir cadde nasıl meşhur edilir sorusunun yanıtını da içinde taşıyan bir cadde. Walk of Fame denilen ve sinema, televizyon ve radyo alanında dünya çapında ün kazanmış kişilerin isimlerinin yıldızlar içinde yazıldığı kaldırımlar bu caddede. Tabi bundan daha önemlisi Oscar ödül törenlerinin gerçekleştirildiği eski-yeni tiyatrolar da var. Ama benim o akşama dair unutamadığım şeylerin başında ne Walk of Fame, ne Dolby ne de Chinese Theater var. Benim için unutulmaz olan kiraladığım Camaro'yu park ederken ön tamponu park yerinde bulunan demire takmam sonucunda çıkan sesti. O ses, üstüne panikle arabayı geri çekerken bir seylerin kopma sesi, ABD'deki yetkili servis ücretleri, araba kiralamadaki soğuk ve donuk bakışlı teyzenin çatık kaşları, dolar kuru, FED'in faiz arttırım kararları... Neler neler geçti gözümün önünden. Resmen dünyanın en korkunç kısa filmini çektim o on saniye içinde. Allahtan hasar tahmin ettiğim kadar ciddi boyutlarda olmadı, sadece kaportanın altında bulunan plastik aksamda tamir edilebilir bir hasar tespit ettim ve onu da daha sonra Türk usulü yöntemlerle hallettim.

Walk of Fame dedikleri, büyük şehir standartları içinde herhangi bir iddiası bulunmayan bir cadde kaldırımları üzerine yıldızlar içine ünlü isim yazmaları. O nedenle başları öne eğik biçimde bir turist gürühu var sokakta: Ünlülerin üstüne basmadan yürümeye çalışan insan toplulukları. Biz açıkçası bir kaç fotoğraf çekmenin dışında çok delisi olmuyoruz bu ortamın. Sadece bizden de Tarkan'ın da ismi varmış iddiası bir ara heyecan yaratıyor ama o da çok kalıcı olmuyor. Bakınıyor ama göremiyoruz. Biraz dolandıktan sonra neymiş bakalım bu Cnbc'lerde seyrettiğimiz Oscar törenlerine ev sahipliği yapan mekanlar diyor o tarafa doğru yöneliyoruz.Hemen söyleyelim Dolby Theater ve Chinese Theater beklediğiniz kadar ihtişamlı mekanlar olmayabilir. Zaten güçleri mimari özelliklerinden gelmiyor ne de olsa. Chinese Theater'ın önünde gerek ünlülerin ve gerekse ünsüz insanların el ayak izlerinin yer alığı beton bloklar ayrı bir ilginç olmuş. Caddede hemen bu tiyatroların yanında vitrininde Marilyn Monroe'nun yer aldığı bir Madam Tousseau müzesi de bulunuyor.  



Bu ünlü caddeyi de gezdikten sonra Los Angeles gezimizi tamamlamış oluyoruz. Herşeyi sinema etrafında dönen bu şehri sevmiş vaziyette ayrılıyoruz buradan. İstikamet kuzey, San Fransisco'ya gidecek ama öncesinde yol üstünde ilginç mekanlar keşfetmeye çalışacağız.

      

5 Ağustos 2015 Çarşamba

MEKSİKA SINIRININ ŞANSLI TARAFI: SAN DIEGO

Zamanımızın genel kabul gören kurallarından biri herkesin doğusundakini hakir görmesi, batısındakine özenmesidir. Bu durum sadece bizim gibi herşeyin "orta" yerinde kalan ülke insanları için değil, Amerikalılar için de geçerli. Burada da makbul olan Batı'ya gitmek. Ta ki Kaliforniya'ya varıncaya dek. Kaliforniya Batı'nın da Batısı, hayalin gerçek olduğu yer. Bu hayalin en güneyindeki şehir San Diego. San Diego'da olmak cenette oturup arafta kalanları seyretmek gibi bir şey. Kaybedince bile kazanan insanlarla, kaybetmeye mahkum olanları ayıran Meksika sınırının şanslı yakasına düşmüş bir Akdeniz şehri gibi burası.     




Meksika Sınırı diye bir program vardı ara ara seyrettiğim, konuşulanlara çoğu zaman, adına ise hiçbir zaman anlam veremediğim. Meksika'nın hemen dibinde yer alan San Diego'ya giderken yeniden aklıma takıldı bu isim. Mehmet Efe'nin bir şiirinin başlığı imiş meğer. 2000 yılında San Diego'da iken yazmış: "Hep bir Meksika sınırım olsun isterdim / Alamancı komşumuzun siyah beyaz TVsinde / Kovboylar hep Meksika sınırına giderlerdi / Kimse dokunamazdı sınırı geçtiler mi..." dizeleri ile başlayan bir şiir. Meksika sınırının çift yönlülüğünü anlatıyor: Kazanmak için gelenlerle, kaybettiğinde kaçanların ortak çizgisi. 

13 Haziran günü, Grand Kanyon'dan yola çıktığımızda birkaç nedenden dolayı daha farklı bir heyecan vardı içimde. Amerika'ya geldim geleli herkesin ağız birlği etmişcesine övdüğü Kaliforniya'ya gidiyor olmak bu nedenlerden ilkiydi. İkincisi ( ve sanırım içten içe daha çok heyecanlandıran) ise şansımın yaver gitmesi ile kiralayabildiğim Camarro ile çöl geçecek olmamdı. 9 saate yaklaşan yolculuğumuzun yaklaşık üçüncü saatinde navigasyonumuzun azizliğine uğradık. Zira çölün orta yerinde bir yerlerde T-Mobile çekmemeye başlayınca Google Maps, "internet yoksa ben de yokum" diyerek yol tarif etmeyi bıraktı ve çölün ortasında bir yerlerde bölünmüş bir yolda bulduk kendimizi. Aman yarabbim ne kadar da heyecanlı.. Değil tabii ki, Google ve internete güven olmaz diye önceden düşündüğümden, telefonumun internete ihtiyaç duymayan navigasyonunu açıp yola devam ettim (Tişikkirler Samsung). Hatta bu krizi bir eğlenceye bile çevirmeyi başarmıştım. Çünkü altınızda 580 beygir gücünde bir araba varken çölde bölünmüş yolda araba sollamak ayrı bir heyecan. Çölde seyir halinde iken bir ara benzin göstergesinin yarım depodan aşağı düşmesi ve civarda pek bir bina görememek biraz korkutmadı değil ama nihayetinde kazasız atlatıyoruz çöl yolculuğumuzu ve sihirli tabelayı görüyoruz: Kaliforniya'ya Hoşgeldiniz! 

Çöl ve bölünmüş yol.

Pek bi afili arabamız. Altı üstü iki üç saat yol gittikten sonra pompada yazan rakamlara korku ile bakmam arabaya dair birşeyler anlatıyor sanırım.

Hayatım boyunca unutamayacağım bir yolculuk deneyiminden sonra akşam saatlerinde varıyoruz San Diego'ya. Kaldığımız otel, Best Western Plus. San Diego'nun güneyindeki Chuala Vista bölgesinde. Meksika yarım saat mesafede. Çalışanlar, yoldan geçenler, herkes ama herkes Meksikalı burada. Yüksek tonlarda, konuşmalarına eşlik eden abartılı el kol hareketleri ile bana sempatik gelen insanlar. Konakladığımız yer San Diego merkeze biraz uzak ama araba olduğundan ve her fırsatta ben araba sürmek istediğimden bunu pek dert etmiyoruz. Zaten Kaliforniya'da tüm şehirler olduğu gibi San Diego da pahalı bir şehir. Şöyle söyleyeyim, Amerika'nın doğusunda benzinin galonu 2.80 dolar iken burada 4.80'leri gördüm. Otel fiyatları da bununla paralel. O nedenle bu bölgedeki oteller nispeten ucuz. Best Western zinciri de temizlik ve oda standartları bakımından ihtiyaçları karşılayan bir zincir. Üç gün konakladığımız bu oteli biz şahsen sevdik. 

Valizleri otele atıp, yorgunluğumuza bakmadan hemen gezelim derdine düştük ilk akşamdan. Bir yandan da açız. Amerika seyahatinde vazgeçilmez iki adresimizden biri olan Olive Garden'da birşeyler yedikten sonra şehrin merkezinde USS Midway savaş gemisi müzesinin tam karşısındaki Tuna Harbor Park'a doğru yol aldık. Saat 10'a yaklaşıyordu ama burası pek bi ıssız geldi bize. Denizden esen serin bir rüzgar var. Başlangıçta biraz tedirgin olsak da biraz sonra insanlar doldurdu her yeri. Rahat ve neşeli insanlar. Sessizlik dağılıyor hemen ama serin hava gitmiyor. Bu dönemde (aylardan Haziran) Pasifik kıyıları biraz bulutlu ve akşamları az buçuk serin oluyormuş bunu öğreniyoruz.   

Bulunduğumuz yerde San Diego'nun en bariz özelliğini hemen anlıyoruz. Burası bir donanma şehri. Şehrin merkezinde kocaman bir savaş gemisi müzesi (USS Midway) ve tam karşı adada demirlemiş devasa dört adet nükleer savaş gemisi var. Televizyona verdiği reklamlarla sanki bir ordu değil de pahalı aletlerle macera peşinde koşan çılgın parti şirketi izlenimi veren Amerikan Ordusunun donanması burada konuşlanmış. İlk gece ziyaret ettiğimiz Tuna Harbor Park da savaş ile ilgili iki önemli heykele ev sahipliiği yapıyor. İlki, İkinci Dünya Savaşı'na ilişkin birçok filmde gördüğümüz, Bir Amerikan askeri ile bir kadının öpüşerek savaşın bitişini kutladığı sahnenin canlandırıldığı devasa bir heykel. Bu heykelin hemen arkasında ihtişamlı USS Midway bulunuyor. Diğeri ise İkinci Dünya Savaşından Körfez Harbine kadar Amerikan ordusunda meddahlık yaparak askerlere moral veren Bob Hope adında zamanın meshur bir şovmenin gösterisini canlandıran bir anıt. Fonda eski bir bant kaydı, sesler, gülüşmeler... 

Unconditional Surrender, Bob Hope ve gece gece San Diego 
Ertesi gün erkenden uyanıyoruz. Şehirde onu mu yapsak bunu yapsak diye hiç düşünmeden ve yaşımıza bakmadan Sea World'ün yolunu tutuyoruz. Bir tema park. Katil balinalar, köpek balıkları, yunuslar, kutup ayıları ve hız trenleri (roller coaster)... Çocuklar ile vakit geçirmek için ideal bir yer yorumlarına falan hiç aldırmayın, Küçüklüğünde Jaws seyredip korkmuş, Özgür Willy seyredip heyecanlanmış bir neslin evlatları olarak burası sizin yeriniz. 

Kısaca bilgi verecek olursak: Burası Amerika'nın en büyük tema parklarından biri ve içinde deniz canlılarına ilişkin aklınıza gelebilecek ne varsa hepsini görme şansınız oluyor. Biletleri (giriş biletleri ve araç için park bileti) ziyaret öncesinde internetten almak şart. Alacağınız standart bir bileti genellikle yaz döneminde herhangi bir günde kullanabiliyorsunuz, böylelikle planlama konusunda esneklik sağlıyor. İnternetten alınca hem cüzi de olsa bir indirim sağlayabiliyorsunuz. Dikkat edilecek bir başka nokta mümkün oldukça erken gitmek. Biz mesela saat 9 gibi orada olmamıza rağmen otoparkın yarısından fazlası doluydu. Park oldukça geniş, görülecek çok şey var. Biz koştura koştura bir günde ancak bitirebiliyoruz tamamını. Peki parkta neler var? Dediğim gibi suda yaşayan ne varsa görmeniz mümkün. Bunun yanısıra hız trenleri (roller coaster) ve hızlı trenlerin sulu versiyonları (water coaster) da oldukça eğlenceli. Ama genel olarak parkın amiral gemisi katil balinaların yaptığı şovlar. Parkta her bir şov belli saatlerde yapıldığı için hiçbirini kaçırmamak adına zamanlamayı iyi yapmanız şart. Bunun için erken gidip hemen girişte dağıtılan  park programı üzerinde iyi bir planlama yapmak şart. Aşağıdaki fotoğraflarda balinaların hem tanıtım seansından hem de şovlarından bazı fotoğraflar yer alıyor. 

Katil Balina mı? Ne saçma bi isim. 
Katil balinaları ağzımız açık seyrettik. Atlayıp zıplamanın yanısıra kuyrukları ile suya vurup ön sıralardaki baya bir insanı ıslatmaktan da keyif alıyorlar. Bu nedenle eğer ıslanmak istemiyorsanız "soak zone" dedikleri ön sıralarda oturmamanız gerekir. Ve tabi yunuslar var. Benim kişisel favorilerim:  


Yaptıkları şov bitse de arka alanda kendilerine ayrılan bölümde yüzerlerken bile size pas atan canlılar bunlar. Pas atan derken kelimenin gerçek anlamıyla kullanıyorum çünkü oynadıkları plastik topu havuzdan dışarı atıp sizinle oyun oynuyorlar. 


Bir de köpek balıkları var. İçinden cam bir tünelle geçtiğiniz havuzlarında yüzerken tam tepenize gelip size dişlerini gösteriyorlar. Dişlerini görünce Pasifik'te yüzmek fikrinden soğuyorum. 


Parkın bu yıldızları haricinde pelikandan beyaz balinalara ve kutup ayılarına kadar birçok hayvan daha var parkta. Genellikle cam havuzlarda olduklarından, suyun üstünden olduğu kadar suyun altındaki hallerini de gözlemleyebiliyorsunuz.  


Parktaki hayvanlar haricindeki eğlencelere gelince. İki tane hızlı tren var. Bunlardan Manta beni rahatsız edecek derecede hızlıydı. Aşırı hız ve ani hareketlerden deli gibi zevk alan biri değilseniz ben pek tavsiye etmem. Onun yerine aşağıda son bölümünün videosuna da yer verdiğim Atlantis'e Yolculuk'u tavsiye ederim. Bir de, eğer çok sıcak bunaltıcı bir havada gelmediyseniz kesinlikle yapmamanız, arkanızı dönüp kaçmanız gereken bir şey var: Shipwreck Rapids denilen ve yapay bir nehirde yapılan bir rafting. Keyifli keyifli gderken birden yapay bir şelalenin altına giriyorsunuz ve resmen ahmak gibi tepeden tırnağa ıslanıyorsunuz. Ama bu eğlenceli bir ıslanmak olmuyor. Bildiğiniz sudan çıkmış balık misali. Çıkınca nedenini anlıyorsunuz. 90 dolara satılan havlular, 80 dolara kapişonlular falan. Çok sinirlendiren birşey. Hava da öyle çok sıcak bir hava değildi. Özellikle Betül için biz biraz tedirgin olduk ama yine çıkışta yer alan ve 6 dolar karşılığında 15 dakika sıcak hava üfleyen odalarda biraz kurumaya çalıştık. Allahtan güneş yardımımıza yetişti.  Son olarak günü Bayside Skyride denilen ve sizi körfez üzerinde  teleferik ile dolaştıran turla tamamlayabilirsiniz. Biz öyle yaptık ve San Diego'ya tepeden bakıp bu günü de bitirdik. 


Bitirmesine bitirdik de, bir kurt düştü içimize. Hevesimizi alıktan sonra vicdana mı gelmiştik? Ama ya bu hayvanlar sirkte işkence gören hayvanlarla aynı kaderi paylaşan hayvanlarsa ve biz de para vererek onların işkencelerine ortak olduysak? Sea World'e bakılırsa onlar deniz canlılarının kurtarılmasından, soylarının devam ettirilmesine kadar türlü çalışma ve başarılara imza atmışlar. Burası da o çalışmaların uzantısı imiş. O kadar eğlendikten sonra araştırmaya elim varmadı. Olur da gelmeye niyetlenir iseniz ve böyle bir hassasiyetten çekiniyorsanız önceden araştırın derim. Ama sonuç kötü ise bana söylemeyin. 

Ertesi gün San Diego'daki üçüncü ve son günümüz. Ajandamız sıkışık. Önce USS Midway'i gezeceğiz, ardından Old Town'a uğrayacağız ve nihayet San Diego'ya upuzun çirkin bir köprü ile bağlı olan Coronado'ya geçeceğiz. Hatta benim denize girmek niyetim bile var.

Dediğimiz gibi San Diego Amerikan donanmasının merkezi. Bu nedenle bir daha savaş gemisi görme şansımız fazla olmaz diyerek şehrin merkezinde yer alan USS Midway müzesini gezelim dedik. Bu 1945 ile 1992 yılları arasında Amerikan donanmasında en uzun süre hizmet vermiş bir savaş gemisi. Devasa bir şey. Şimdi karşı adada konuşlu son model nükleer savaş gemilerinin karşısında eski anılarını ziyaretçilere anlatan emekli genereal modunda duruyor. İçinde aklınıza gelebilecek her askeri zımbırtı var. Manzarası güzel. Bir de 1992 yılında kullandığı navigasyon cihazını özellikle belirtmek isterim. Son modelmiş o zaman. Tüplü televizyon büyüklüğünde ve okyanusun ortasında %15 doğruluk payı ile konum bildiriyormuş. 


Müzede iki şeyle özellikle ilgileniyoruz. F-16 similasyonu ve ikinci dünya savaşı gazisi bir Amerikan askeri. F-16 kokpitinin içine geçip Betül ile kumandayı elimize alıyoruz. Düşman uçaklarını pek vuramıyoruz ama yaptığımız it dalaşı ve ucak başaşağı iken aldığımız yol midelerimizi sarsmaya yetiyor. Ama inanılmaz eğlenceli birşeydi. Gelelim gaziye... İkinci dünya savaşı esnasında atom bombasının geliştirilmesi çalışmalarına bir fizik öğrencisi/asker olarak katılmış. Dilimin ucuna bazı şeyler geliyor sormak için, yutuyorum. Türk olduğumu üzerimdeki bayraktan anlıyor ve muhabbeti kendisi ilerletiyor. Konu Küba krizi ve Türkiye'ye yerleştirilen füzelere kadar geliyor bir ara. Sıra uzun, bekleyeni çok olunca fotoğraf çekip ayrılıyoruz. Bir de Amerika'da askeri gösterilen hürmet ve hayranlık inanılmaz boyutlarda. Roma'nın lejyonları muamelesi görüyorlar.


Müze gezisinin ardından koştura koştura Old Town'a gidiyoruz. Arabayı park ederken nasıl tedirginim her daim anlatamam. Nihayet Betül cırlayınca artık arabayı bırakıyorum bir yere. Old Town Betül'ün favori mekanı San Diego'da, yüzünde tebessümle dolaşıyor. Bana sorarsanız Ankara'daki Hamamönü burası. Koskoca bir mahalleyi 1800'lü hali ile yeniden inşa etmişler. 


1850'de ABD-Meksika savaşı sonrasında ABD'ye satılan San Diego'nun alabildiğine hispanik geçmişini Old Town'da görmeniz mümkün. Postaneden, 1800'lerin restoranlarına, geleneksel şekerler yapan dükkanlardan Wells and Fargo'nun at arabalarına kadar birçok şeyi görmek mümkün burada. Aynı zamanda burası güzel Meksika yemekleri yemek ve içkileri içmek için ideal bir yer. 




San Diego'daki Hamamönü gezimizi bitirdikten sonra, Coronado adasına doğru yol alıyoruz. Yukarıda da belirttiğim gibi burası upuzun ve bana göre çirkin bir köprü ile San Diego'ya baplanmış bir ada. Okyanusun kıyısında bir Alaçatı havası var. Muhteşem otelleri ve onlardan daha muhteşem plajı ile meşhur. Önce araba ile biraz dolaşıyoruz bu adada. Burası sürekli yazlık havasının egemen olduğu bir yer. Sokaklar cıvıl cıvıl. Sahile yakın bir noktada yol üstünde arabayı park edip, adanın meşhur oteli olan Hotel Del Coronado'ya gidiyoruz. Burası 1800'lerde yapılan içi dışı ahşap egzotik bir hotel. Coronada plajının hemen dibinde. Söylemeye gerek var mı bilmem, lüksün dibi. Gecelik konaklaması (oda artı kahvaltı) 599 USD + KDV. Belki kalmak isteyen olur aklınızda bulunsun :) 



Ve gelelim plaja... Otelin yanında ama kesinlikle hiçbir otelin mülkiyetinde olmayan, girişinden para alınmayan, en yakın otelin epey geride olduğu, gözünüze kumsal ve denizden başka hiçbir şeyin takılmadığı kilometrelerce uzunluğunda bir halk plajı. Kaliforniya'da dikkatinizi çeken önemli bir şey bu. Nerede güzel bir plaj varsa kesinlikle halkın kullanımına açık, istila edilmemiş plajlar. Oteller tarafından işgal edilmeyen plajlarda insanlar tacize urarım derdi olmadan okyanusa girmenin tadını çıkarıyorlar. Tabi biz hariç. Neden? Çünkü hava 20 - 25 derece ama su bildiğiniz buz. Ne kada güzel olursa olsun burası, bir Akdeniz insanı olarak bu kadar soğuk suda denize girmem imkansız. Plaja dair son bir not. Buranın ilerisinde donanmaya ait savaş uçaklarının inip kalktığı bir pist var. Bu nedenle siz plajda denizin tadını çıkarırken tepenizden pilotun yüzünü seçebileceğiniz yükseklikten savaş uçakları geçebilir.

Plaj güzel ama su buz gibi. Okyanus sıcaklığı Akdeniz'e alışkın bizler için uygun değil. Sadece ayak sokabiliyoruz. 

Coronado'da denize girme hayalimiz suya düştükten sonra son gecemizi geçirmek için yeniden San Diego'ya dönüyoruz. Akşam vakti muhakkak görmeniz gereken bir yere doğru gidiyoruz: Sea Port Village. Burası şehrin merkezinde deniz kenarındaki eskli bir balıkçı barınağının yanına inşa edilmiş küçük alışveriş dükkanları ve restaurantların blunduğu hoş bir yer. Akşam ışıklandırması ile daha tatlı oluyor. Yiyecek ve içeceklerinizi alıp okyanusa nazır masalara oturmanızı tavsiye ederim. Denize nazır birşeyler içmeyi özlemişiz, bunu fark ediyoruz.


Sea Port Village'dan sonra şehrin gece hayatının olduğu kımıl kımıl downtown bölgesine doğru yol alıyoruz. Burası iki yanı barlar ve restaurantlar ile dolu üç dört kilometre uzunluğunda bir sokak. Oldukça kalabalık. Eğer gezmekten bitap düşmemişseniz gece takılabileceğiniz güzel bir yer. Biz de geceyi burada noktalıyor ve San Diego'ya veda ediyoruz. 

Ertesi sabah otelden çıkıp, gitmediğimiz Balboa Park'ın içini arabayla şöyle bir dolaşıyoruz. Burada oldukça büyük bir hayvant bahçesi de var ama hayvan görmek istemiyoruz artık. Bu kadar yeter diyip, Los Angeles istikametine doğru kırıyoruz direksiyonu. Meksika sınırı ile aramızdaki mesafeyi açıyoruz. San Diego Akdeniz özlemimizi gidermememize yardımcı olan güzel bir şehir olarak kalıyor aklımızda.