29 Haziran 2015 Pazartesi

BOSTON: Bir zamanlar fırtınalar estirirdim, eskisi gibi değilm şimdi değiştim.

Resmi tarihin yaptığı gibi yerlilerin bu kıtadaki binlerce yıllık geçmişini saymazsanız eğer, Amerikan tarihinin başladığı şehirlerden biri Boston. Zamanın Amerikası sayılan Büyük Britanya'dan gelen yüksek vergili çayı Kızılderili kıyafetleri giyip denize dökerek Amerikan bağımsızlığını fitillemiş. 1960'larda da Kennedy gibi bir cengaveri bağrından çıkardıktan sonra, "E daha ne yapayım" deyip, Harvard ve MIT cubbesini giyerek köşesine çekilmiş. Ne var ki pek turistik bir tarzı yok, kentin tarihine ilişkin okuma yapmak sokaklarında dolaşmaktan daha uzun sürüyor.



Boston'a dair bu yazıyı yazarken içimden bir ses şehre ilişkin ahkam kesmeye çok da hakkım olmadığını söylüyor. Zira, uzun New York gezimiz ile Doğu sefererimizin son ayağı olan Niagara Şelaleleri ziyaretimiz arasına sıkışmış ve planlaması çok da iyi yapılmamış bir güne mahkum ettik burayı.
New York'tan tahmin ettiğimizden daha geç bir saatte çıkıp yaklaşık iki buçuk üç saatlik bir yolculuğun ardından ulaştık Boston'a. Ancak şehir içindeki gezimiz biraz daha geç başladı çünkü otelimiz şehir merkezine yaklaşık 40 dakikalık araba yolculuğu mesafesindeydi. Boston pahalı bir şehir. Üstelik bu durum sadece doların TL karşısındaki güçlü konumundan kaynaklanmıyor. Amerika standartlarında da pahalı. Eğer rahatımdan taviz vermem diyenlerdenseniz şehir merkezinde ortalama bir otelde konaklamak için gecelik en az 250 doların üzerinde vermeniz gerekebilir. Biz de hem çok para vermeyelim hem de ertesi günkü uzun yolculuğumuz için iyi bir otelde dinlenelim dediğimiz için şehrin biraz dışındaki (Framingham'daki) Sheraton oteli iyi sayılabilecek bir fiyata ayarlıyoruz. Aslında bu durumda otel işini biraz son dakikaya bırakmış olmamın da payı vardı. Demem o ki yolunuz buraya düşecek olursa yapmanız gereken en önemli şeylerden biri oteli mümkün oldukça erken ayarlamak olmalı.

Neyse otel işini atlattık, az biraz geç de kalmış olsak artık şehir merkezindeyiz ve gezimize başlayabiliriz derken bir başka önemli engelle karşılaşıyoruz: Park yeri. Öncelikle şehir merkezine yakın konumdaki sokaklardaki park yerlerine bakıyoruz. Amerika'da her yerde olduğu gibi burada da parkmetreler var. Bunlar quarter denilen çeyrek dolarla çalışan ve sadece bozuk para kabul eden aletler. Öte yandan park süresini 2 saat ile sınırlamış vaziyette, aşarsanız ceza yiyorsunuz. İnsanları şehir merkezlerine araba ile gelmekten soğutmak için iyi bir yöntem aslında. Araba ile onca dolaşmamıza rağmen boş yer bulmak pek mümkün değil, hem zaten 2 saat de işimizi görmez. Hal böyle olunca daha uzun zamanlı park edebileceğimiz bir otopark aramaya koyuluyoruz. O da oldukça meşakkatli oluyor, zira otoparklar ya dolu ya da oldukça pahalı. Bir şekilde halledip arabadan da kurtuluyoruz. Dolayısyla Boston'a dair ikinci önerimiz, otel ayarlamanızda toplu taşımayı daha kolay kullanabileceğiniz ve arabaya ihtiyaç duymayacağınız bir lokasyon belirlemeniz.

Tüm bu badirelerin ardından, hem biraz yorulmuş hem de ne yapacağımızı bilmez bir halde dolaşmaya başlıyoruz Boston sokaklarında. Zaten sınırlı olan vaktimiz iyiden azalmış vaziyette. Bütün yolların Roma'ya çıkması misali Boston merkezde de tüm yollar Boston Common Park'a çıkıyor. Amerika'da tüm şehirlerin vazgeçilmez bir unsuru olduğu üzere burası da tam olarak şehrin ortasında kalmış geniş sayılabilecek ve yemyeşil bir park. Güzel ve sıcak havanın tadını çıkaran çoluklu çocuklu insanlar, sokak sanatçıları ve performansçıları ile stress atmak için ideal bir park. Parkta isterseniz kanallardaki botlarla gezi yapmanız da mümkün.


Şimdi bakıldığında huzurun adresi gibi görünen bu parkta iki yüz yıl öncesine kadar yaşananları öğrendiğinizde kulaklarınıza inanamıyorsunuz. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'ndan önce İngiliz askerlerinin kamp alanı olan bu park 1800'lü yılların ortasına kadar cadı avına ev sahipliği yapan bir alanmış. Cadı olarak avlanan/yaftalanan insanlar burada diğer insanların gözleri önünde idam edilirmiş. Mesela 1700'lü yılların hemen başında kuraklığa neden oldukları gerekçesiyle 200 kişiyi (cadıyı !) burada asmışlar. Bugün İşid ve benzeri örgütlerin Orta Doğu'da yol açtıkları vahşet 300 yıl önce bu topraklarda da kol gezmiş. Ne diyelim, umarız 300 yıldan daha kısa bir sürede Şam'ı Bağdat'ı gezip blog yazan birisi de bugünkü vahşeti şaşırarak anlatır okurlarına.

Parktaki gezimize devam ediyoruz ama Betül ile hala cevaplayamadığımız koca bir soru var aklımızda. Süremiz çok az ve biz Boston'da ne yapacağız? Bir yandan bu soruyu düşünüyor ve bir yandan da parkta amaçsızca fotoğraflar çekiyoruz.
Betül'ün çocuktan utandığı bir an. 
Yapabileceklerimizi düşünürken o anda itiraf ettiğimiz birşey oluyor: Aslında Boston turistik bir gezi için oluşturduğunuz listenizin başında olacak şehirlerden biri değil. Burası üniversiteleri ile meshur dingin bir Amerika şehri. Amerikan tarihindeki müspet konumu ve üniversitelerinin kalitesi onu diğer Amerikan kampüs şehirlerinden ayırıyor. Türlü ihtimaller uçuşuyor aklımızda. Mesela yeterli vaktimiz olsaydı Boston'a dair ilanlarda ve sitelerde sıklıkla gördüğümüz yelkenli bir gemi turunu ve belki de balina seyrine çıkabilirdik. Ama maalesef o kadar vaktimiz yok. Bir başka ihtimal hızlıca bir şehir merkezi turunun ardından Boston'un medar-ı iftiharı Kennedy'nin ve Boston Tea Party'nin müzelerini gezmek ve ardından da bu şehre anlam katan üniverstilerinin kampüslerine bir göz atmak. Bu mantıklı bir plan gibi geliyor bize. Ta ki, Ördek Turu (Duck Tour) aracı gözümüzün önünden geçene kadar. Ördek turu, hem karada hem de denizde hareket kabiliyeti olan araçlarla şehir turu sunan bir hizmet. Kısıtlı zamanda tekmili birden bir şehir turu açısından ideal bir çözüm gibi geldi bize.

Ördek Turu için birden fazla şirket alternatifi var. Fiyatlar aynı. Verilen biletlerle müze girişlerinde de çeşitli avantajlar elde edebiliyorsunuz. Biraz yolu uzatıp şehrin içinde dolanarak bilet alacağımız  yere doğru gidiyoruz.  Bu esnada da şehrin içinde bazı fotoğraflar çekme şansımız oluyor. Yolumuz öncelikle Newbury Sokağı'na düşüyor. Burası Boston'un Nişantaşı diyebileceğimiz bir semt. Lüks markalar, güzel restoranlar ve tarz binaları var. Newbury'de ilerlerken dikkatimizi çeken bir dükkan Burdick Chocolate oluyor. Binası oldukça sevimli. Çikolataları da Vaşington ve New York'un cupcakelerinden daha başarılı.  

Sadece Newbury Sokağında değil Boston'un tamamında oldukça ilginç tasarımlara sahip ( çoğu Gotik tarzda) bir çok kilise binası görmeniz mümkün. Bunlardan bir tanesi de aşağıda fotoğrafta görünen Trinity Kilisesi.



Nihayet Ördek Turu gezimizin başlangıç noktasına ulaşıyoruz. Ördek Turunu, Amerika'nın diğer şehirlerinde görseniz de bu tur Boston'un simgesi haline gelmiş şeylerden biri. , Daha önce de dediğim gibi hem karada hem de suda gidebilen oldukça ilginç araçlar ve rehber eşliğinde çıkacağınız 1,5 saatlik bir şehir turu bu. Bence tur kadar ilginç olan şey bu turda kullanılan araçların hikayesi. Hem karada hem de denizde hareket kabiliyetine sahip bu araçlar aslında Amerikan ordusu tarafından Vietnam savaşında kullanılmak amacıyla üretilmiş. Burada ömrünü tamamladıktan sonra barışçıl amaçlara evrilerek turist gezidirmeye başlamış. Boston'da Ördek Turu otobüslerinin kalktığı iki ana durak vardır. Bunlardan biri Prudential Center (Prudential Binası) diğeri ise New England Akvaryumu. Biz Prudential Center'ın önünden kalkanlara biniyoruz. 

Ördek Turu araçlarının karadaki görünümleri.
Bu da denizdeki halleri. 
Akşam saatlerine yakın ördek turu aracındaki yerimizi alıyoruz. Bu araçlar biraz yüksekçe ama iç kısmı Türkiye'deki dolmuşların içine benzer nitelikte. Normalde etrafı açık olsa bile Boston'un her zaman soğuk olmaya yatkın bir yer olduğu düşünülerek plastik korumalar oluşturulmuş rüzgara karşı. Nitekim güneş biraz düştükten sonra biz de bu serinmliği fazlasıyla hissediyoruz. Gündüz hava ne kadar sıcak olursa olsun akşam bu turu yapacaksanız muhakkak yanınızda mont bulundurmanız gerekir. 

Aracın içinde Betül'ün yaratıcı bir çalışması. 


Aracın içindeki montlu biz. 

Bu da aracımızın kaptanı ve tur operatörümüz. Korsan kıayafetleri içinde ve keyifli bir adamdı

Biraz üşümemiz dışında genel olarak ördek turundan keyif aldığımızı söyleyebilirim. Şehir içinde yaklaşık yarım saatlik bir tur yapıyoruz öncesinde. Bu sürede Boston'un önemli müzelerinin tarihi binalarının önünden geçip kaptanımızdan bilgiler alıyoruz. Ardından gezinin biraz daha ilginç ve turistik yanı olan suya dalma kısmı başlıyor. Araç uygun bir alandan suya yaklaşıp birden tekne motorunu çalıştırmaya başlıyor ve direksiyonu dümen olarak kullanılmaya başlıyor. 


Sevgili kaptanımız bir süre ilerledikten sonra yolcular arasından kendisine yardımcı olacak kaptan adayları arıyor. Aracı da kullandıracakmış. Durur muyum, otobüsçüleri iyi tanırım bakışı atıyorum kaptana, malum sektörde az inceleme yapmadık memlekette. Kaptan da bu tecrübeyi anlıyor ve dümeni bana devrediyor. Gayet kendimden emin kullanıyorum otobüs/tekneyi.  



Hatta sadece sürmekle kalmıyor, kaptanımızla bir ara kısa bir sohbete de dalıyoruz. Engin tecrübelerimi aktarıyorum kendisine: 



Ördek turumuzu tamamladıktan sonra tahmin ettiğimizden daha fazla üşümüş ve acıkmış vaziyetteyiz. Üstelik hava da iyiden kararmış oluyor. O nedenle Cambridge civarında üniversite gezimizi nasıl yapalım diye düşünüyoruz. Ama açlık ve üşüme daha baskın geliyor. O nedenle koşa koşa birşeyler yemeye gidiyoruz. Çıktıktan sonra ertesi gün yolumuz uzun olduğundan tekrar buraya gelmenin mantıklı olmayacağını hesaplayıp gece geç vakitte de olsa Harvard ve MIT turu yapalım, en azından araba ile şöyle bir dolaşalım diyoruz. Açıkçası pek istediğimiz tadı vermiyor bu gece gezisi söz konusu yerlere. Neyse, sağlık olsun diyip tekrar oteleimize dönüyor ve ertesi günkü uzun yolculuğa hazırlanmaya başlıyoruz. 

Doğudaki son seferimiz Niagara'yı düşünüyoruz. Boston'da kaçırdığımız bazı şeyler olsa da Niagara'yı ıskalamamak hedefindeyiz.  

8 Haziran 2015 Pazartesi

New York: Yeniden.

Kış aylarına denk gelen ilk ziyaretimde gülen yüzünü benden esirgeyen New York ile ikinci randevumuzdayız. Bahar ile birlikte renklenmiş ve tüm cazibesini gözler önüne sermiş. Milyonların üzerinde denenmiş albenisi bizi de hemen çevreliyor bu defa ve anlıyoruz ki New York'un bir gülümsemesine bakıyor kolayca rüzgarına kapılıp ona hayran kalmanız. 




10 Mayıs (2015) Pazar günü öğlen iki sularında Vaşington'dan büyük bir heyecan ile yola koyuluyoruz. İstikamet New York. Daha önce yarım kalan bir hesabı kapatmamız lazım orada. New York ile arayı düzeltmeye gidiyoruz. Ama hemen girişte bu işin o kadar kolay olmayacağını anlıyoruz, çok nazlı bu şehir. Daha şehrin sınırlarına adım atar atmaz, metropollerde varlık göstermek cüretini gösteren her insanın ödemesi gereken bedeli peşinen hatırlatıyor bize: Metropol Zaman İsrafı Vergisi: Vaşington'dan New York'a üç buçuk saatte, Manhattan'a girmek için kullanmamız gereken Lincoln Tunnel (Köprü)'den Manhattan'da kalacağımız adrese iki saatte ulaşıyoruz. Üstelik Vaşington New York arası otobana ödemek zorunda kaldığımız servet de cabası (Bir daha Türkiye'de otobanlara pahalı dersem eşşekler tepsin beni). Olsun diyoruz. Trafikte iki saat dur kalk bir şey değil, Ankara'da bile hafta içi herhangi bir gün Eskişehir yolunda harcayabileceğiiz bir zaman. New York'un bu ilk testini kolayca geçiyoruz. Çünkü onunla ciddi düşünüyoruz bu defa. Kaldığımız ev, Columbia'da yüksek lisans yapan bir arkadaşımın (Muhammed) evi. Hudson Nehri'nin hemen dibinde sevimli ve konum itibariyle oldukça avantajlı bir yer burası. Muhammed bi süre yok ve o gelene kadar evin sahibi konumundayız. Yol. özellikle son kısmı, yormuş. Nasıl olsa buradayız daha diyip ilk gecemizi evde dinlenerek geçiriyoruz. 

Ertesi gün uykumuzu almış ve zımba gibi uyanıyoruz. Temaslarda bulunmaya hazırız. Şehrin belediye başkanı ile başlıyoruz yoğun programımıza: Cemal Ökmen Yücel ve sevgili eşi (New York fahri tur operatörü) Gözde, bizleri Hudson Nehri kıyısında keyifli bir kahvaltıda ağırlıyorlar. Çok yakınımızda bir ağacın dalı bütün haliyle yere düşüp bizlere göz dağı verinceye kadar saatlerce sürüyor kahvaltımız: 

  
Ağacın kısmen devrilmesi üzerine klakıp kahve içmek için yürümeye başlıyoruz. Kahvelerimiz ile beraber bir kilise ziyareti gerçekleştiriyoruz. Mimarisi dikkat çeken bu kilisenin adını lanet olsun ki şuanda hatırlayamıyorum. (Damn it, Ökmenler kızacak bana). Ama bahçesinde otururken gördüğümüz bu tavus kuşunu asla unutamıyorum. Bu zerafet simgesi canlıdan çıkan sese inanamazsınız, hatta aklınızda sadece zerafeti kalsın istiyorsanız duymayın daha iyi.

Ökmenler New York ile geçirdikleri sürenin sonuna yaklaşmış vaziyetteler. Gidis hazırlıkları başlamış, çantalar, toparlanmalar... O nedenle onları bu meşguliyetleri ile başbaşa bırakıp teşekkür ederek ayrılıyoruz. Pek bi planımız yok gibi davranıyoruz Betül ile. Adeta sallana sallana "Gelmişken gitmemek olmaz" edası ile bir Central Park yapalım diyoruz. Hemen yakındaki metroya atlayıp Columbus Circle'da iniyor ve Central Park'a giriyoruz. Ocak'ta geldiğimde doğal olarak yapraksız çıplak ağaçlar ve daha az sayıda insan vardı. Şimdi ise bahar, yeşil ve kalabalık ile tam olarak kendini bulmuş bir havada park. Herkesin az ya da çok ama muhakkak bildiği bu park hakkında detaylı bilgi vermeye gerek yok elbette. Ama demeden geçemeyeceğim: Buradan bakınca sanki park şehrin ortasında kalmamış da şehir ve beton binalar onun etrafına yapılmış, şehirde asılolan bu parkmış hissiyatına kapılıyorsunuz. Negusel. 


Parkın insana verdiği dinginlik hissi bizi de etkiliyor sanki. Turist moduna giremiyoruz. Koştur koştur bir halimiz olmuyor mesela,  ya da 100 metrelik yolda 4 gb fotoğraf çekmiyoruz. İnsanları ve etrafı seyrede seyrede yürüyoruz. Spor yapanları, at arabalarını, parktaki müzisyenleri seyrederek ilerliyor ve Bedhesta Çeşmesi'ne kadar geliyoruz. Burada birden bir yaz yağmuru başlıyor ama bu da adımlarımızı hızlandırmıyor. Buradaki heykelin meydanın ve arkamızdaki gölün tadını çıkarıyoruz.


Parkta dolaşırken ilginç bir olayla da karşılaşıyoruz. Parkta kara kalem çizimler, resimler satan tezgahlardan birinde bir resmi uzaktan Atatürk'e benzetiyoruz. Yaklaştıkça yanılmadığımızı anlıyoruz. "Aa, evet Atatürk" falan derken, tezgahın yanından Türkçe konuşarak birisi çıkageliyor. Bir yandan elindeki telefonla konuşurken bir yandan da tokalaşmak için elini uzatıyor ve telefonda konuştuğu kişiye "Türk geldi, kapat ararım sonra" diyor büyük bir ciddiyetle. Telefonu kullanış biçiminden mi yoksa gerçekten benzemesinden mi bilemiyorum ama bu kişi bana Fadıl Fıdıllıoğlu'nu andırıyor. Kısa bir ayak üstü sohbete başlıyoruz. Bu kısa sohbette Amerika'ya geliş hikayesine, Etiyopya'lı eşine, annesinin Amerika'yı ne kadar sevdiğine ve Türkiye'de özgürlüğün neden var olmadığına dair düşüncelerinden haberdar oluyor ve üstüne bir de özçekimimizi yapmadan olmaz diyoruz: 

    
Nihayet Central Park'tan çıkabildikten sonra meşhur 5. Cadde'ye (5th Avenue) doğru yürüyoruz. Apple Store, Tiffany Co, Coca Cola, Trump Tower... Aklınıza gelecek ne kadar dünya markası varsa aşağı yukarı hepsinin binalarını görebileceğiniz küresel sermaye mahallesi burası. Betül ile birlikte bu markaların piyasa değerinden, buraya ödedikleri kiralardan, bunun hangi fakir ülkenin hangi derdine çare olabileceğinden başlayan konuşmamız "Şurada beş katlı bir apartmanın olsa ne yapardın?" düzeyine geliyor kısa sürede. Bu esnada kendimizi Trump Towers'ın önünde buluyoruz. Önceki seyahatimde de hissettiğim duyguyu bir kez daha hissediyorum burada. Bence gelir dağılımındaki adaletsizliğin dünyada yarattığı en büyük çarpıklık Trump Towers'ın içindeki zevksizlik. Ahsap ile altın varak karması bir iç tasarımı nedeniyle isminin Nuri Kantar Konağı olarak değiştirilmesini talep edesimiz geliyor. İyi ki bu kadar zengin olmamışız yoksa çok zevksiz olurmuşuz diyerek kendimizi 5. Cadde'nin sonundaki FAO Schwarz oyuncak dükkanına atıyoruz. Tiffany Co ile Betül arasında kısa sürede alevlenen aşkı saymaz isek 5. caddede en sevdiğimiz dükkan bu oluyor. Bu ziyaret ve ardından güzel bir yemek ile New York'taki ilk gezi günümüzü tamamlıyoruz.
Geleceğimi dinlerken ben. 

New York'taki ikinci gün programımıza New York Police Department (NYPS) ile başlıyoruz. İnanmayanlar için hemen bir fotoğraf da koyalım: 
 

Mekan New Jersey'de bir Türk'e ait tamir atölyesi. Bu da filmlerde kullanılan ve tamir için getirilen bir araç. Her zaman olduğu gibi arabamdan gelen (ya da geldiğini farz ettiğim) bir sesi abartmam sonucu düşüyor yolum bu Türk ustaya. E bize ne, araba tamirini de mi anlatacaksın, diyenleriniz için hemen söyleyeyim: Anlatmazsam olmaz zira mesele benim arabam değil, tamircinin kendisi. O ilginç. Bana anlattığını özet geçeyim: TSK'da bordo bereli olarak çalışmış ( İki karış karın altında uyumalar, kurbağa yemeler, operasyonlar) ve ardından ihraç edilmiş, Kanada'da başlayan macerası burada tamirci olarak son bulmuş. Bu tarz hikayelerin vazgeçilmez unsuru olduğu üzere beş parasız gelmiş New York'a. Şimdi tükanın önünde Mercedes S 300. Gözümüz yok, Allah arttırsın ama ben kendi adıma pişman oldum. Üç kuruş birikmiş ile gelmeyecektim bu Amerika'ya, ne varsa beş parasız gelmelerde var. 

Neyse, ikinci gün gezimize tamir işi nedeniyle biraz gecikmeli olarak başlasak da oldukça iddialı bir rota tayin ediyoruz kendimize. Öncelikle İkiz kuleler ile başlıyoruz. Hakkında ileri sürülen onca komplo teorisi New York'un bu noktasında binlerce insanın öldüğü bir trajedi yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor. Lise son sınıfta iken Ali Kırca'nın ( o zamanlar atv'nin vazgeçilmez yüzüydü) canlı anlatımı ile seyrettiğim ikinci uçağın kuleye çarpma görüntüsü geliyor aklıma. Canlı yayında seyrettiğimiz ve sonra Orta Doğu'da milyonlarca insanın hayatını zehir eden bir trajedi. Yeni yapılan binalar trajediden soyutladığınız zaman sıradan gökdelen diyebileceğiniz türden ama önünde 11 Eylül saldırılarında ölenler için yapılan anıtı - sonsuzluğa akan suyu - ben oldukça etkileyici buldum. 


İkiz kuleler bölgesinde saldırıdan arta kalanların sergilendiği bir müze ve bu müzenin de biraz ilerisinde olayda hayatlarını kaybeden itfaiyecilere adanmış bronz kabartma var. Dünyanın her tarafındaki insanlar için er ya da geç yıkıcı etkileri olan bu trajedi alanını geride bırakıp, Wall Street'e doğru yöneliyoruz. Wall Street'in başından başlayıp klasik güzergah olarak Charging Bull'un ( Boğa Heykeli) olduğu yere kadar ilerliyoruz. Finansın kabesi niteliğinde Wall Street'in simgesi haline gelen bu boğa heykeli aslına bakarsanız Kadköy'deki boğa heykelinden çok da farklı bir görünüşe sahip değil. Ama işte nerede durduğunuzun hayatta önemi büyük olabiliyor bazen. Bu boğa 1986 yılında New York borsasının çökmesinin ardından yerleştirilmiş. Finans dünyasında piyasalara boğaların hakim olmasının fiyat yükselişi anlamına gelmesinden hareketle bir temenninin ifadesi olmuş aynı zamanda. 

Bir turistin aceleci adımları ile ilerlediğinizde Wall Street'te ıskalama ihtimaliniz olan binalardan biri Federal Hall binası. 1700'de New York belediye binası olarak inşa edilen bu bina daha sonra ilk Amerikan Kongre binası olarak hizmet veriyor ve ABD'nin ilk başkanı olan George Washington'un göreve başladığı oturuma ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin ev sahipliğini yapıyor. Ama sanki şimdi biraz Wall Street'in ünü karşısında tutunamamış gibi bir izlenim veriyor.


Wall Street'teki turumuzu da tamamladıktan sonra dümeni Brooklyn Bridge'e kırıyoruz. Nasıl olsa Vaşington'da yaklaşık 30 km yürüyerek rüşdümüzü ispat etmiş vaziyetteyiz. Hava da güzel keyfini çıkarıyoruz. Salına salına, mümkün mertebe navigasyona bakmamaya özen göstererek Brooklyn Köprüsü'nü bulmaya çalısıyoruz. Başlangıçta biraz kaybolsak da yolu bulabiliyoruz. Köprü üzerinde satılan ve üzerinde harika işlemeler olan hindistan cevizlerini içerek Brooklyn Köprüsü'nü geçiyoruz. Brooklyn Bridge Parkından Manhattan adasına bakarken gördüğünüz manzara kesinlikle New York'ta görebileceğiniz en iyi manzaralardan biri. İkindi vaktinde harika bir ışık ile yakalıyoruz bu manzarayı ve sevgili eşim için bulunmaz bir fırsat yaratıyor bu durum. Objektifi kavradığı gibi onlarca fotoğraf çekiyor. Ben ise manzaranın keyfini çıkarmaya çalışıyorum daha ziyade.



Betül fotoğraf çekerken telefonumdan çektiğim fotoğraflar ile Betül'ün Nikon D 90'una meydan okuyarak onu sinirlendirmeye devam ediyorum. Ama sanırım benim telefonumun mutlak olarak nal topladığı bir alan varsa o da Brooklyn Bridge Parkından oldukça uzak mesafede olan Özgürlük Anıtını fotoğraflamak oluyor. Burada Nikon (ve Betül) tripod olmaksızın oldukça uzakta sayılabilecek anıtı gece koşullarında fotoğraflamakta oldukça iyi bir iş çıkarıyor.


Yazılarımda genelde restaurant/yeme içme mekanı topuna pek girmesem de Brooklyn Bridge civarı için bu kuralın biraz dışına cıkabilirim gibi geliyor. Burada çok sayıda Michelin yıldızına sahip mekan bulmanız mümkün. Bunlardan bazıları The River Cafe gibi, bu düzeydeki mekanlar arasında daha erişelebilir fiyatlar sunuyor. Ama eğer "ne para verecem canım" diyorsanız gidebileceğiniz en güzel yer kesinlikle İgnazio's. Güzel bir pizzayı ve şarap gayet makul bir fiyata sunuluyor.

Brooklyn Köprüsü de durdurmaya yetmiyor bizi, bugün gezmeye kararlıyız. Gece vakti Times Meydanı görme aşkı ile bir daha düşüyoruz yollara. Ama vardığımız zaman anlıyoruz, hakkaten yorulmuşuz. Kendimizi Times Square'deki merdivenlere atıp etrafı seyretmeye koyuluyoruz.


İkinci gün epey bir gezdiğimiz için üçüncü günün daha hafif bir tempoda geçmesini planlıyoruz. Betül'ün isteği (ısrarı mı demeliydim) doğrultusunda bu günü Metroplitan Müzesini gezmeye ayırıyoruz. Bilenlerden duyduk, koskoca bir günü ayırsanız bile bu müze için hiçbirşeymiş. O nedenle bir günümüzü ayırmamız konusunda kati bir görüş beyan ediyor Betül. Ama Betül'ün hesap etmediği şey böyle bir planı adam akıllı uygulayabiilmeniz için en az sizin kadar müze gezmekten keyif alan bir kişinin size eşlik etmesi gerektiği. Ben maalesef o kategoriye girmiyorum. Daha önce de belirtmiştim, Louvre Müzesini iki saatte tamamlamış bir adamım. Bugüne kadar bunun tek istisnası Vaşington'daki uzay ve havacılık müzesi oldu. Ona da özel ilgi diyelim. Dolayısıyla ayak sürüdüğüm bir gün oluyorç Mesela müzenin girişinde sokak yemeğini görünce kahvaltıyı sağlam yapmadığımı hatırlıyorum. Zaten oldum olası sokak yemeklerini seven bir insan olduğum için yemeden geçemiyorum. Aç açına gelmişiz gibi olmasın, müze gezmeden keyif alamam deyip Betül'ü de ikna ediyorum. O yemiyor elbet ama ben vuruyorum göbeğine.


İçeriye girdiğimizde doğrudan Mısır bölümüne doğru yol alıyoruz. Burası ilginç çünkü adamlar hakkaten bir adet Mısır tapınağını olduğu gibi getirmişler. Oldukça geniş ve ferah bir alanda rahat rahat gezebiliyorsunuz burayı.


Burayı gezmeyi bitirdikten sonra açıkçası ben biraz sıkılmaya başlıyorum ve müzedeki sanat eserlerine kendi yorumlarımı katmaya başlıyorum. Sanatın içine nüfuz etmeye çalışmak müzeden aldığınız keyifi arttırıyor kesinlike.


Betül'ün müze gezisi bana rağmen ilerliyor resmen. Aslında onun adına biraz üzülüyorum. Resmen yaptığım yorumlar ve gönülsüzlüğüm, özellikle Koç Galerisini gezdiğim zaman yaşadığım hayal kırıklığım sonucu yorumlarım Betül'ü hayatından bezdiriyor. Bir müze gezi günümüz sonunda Betül aşağıdaki hali alıyor:

O günkü gezimizi biraz daha erken bitirip şehre dönen Muhammed ile birlikte Ökmenlere geçiyoruz, yemece içemce ve geyik muhabbet ile günü bitiriyoruz.

New York'taki dördüncü gezi günümüzde (gelişimizin beşinci günü) artık yavaştan "Amaaaan ne yapsak ki" moduna girmeye başlıyoruz. Aslında aklımızda kesin olarak yapmamız gereken son iki şey var: Staten Adası gezisi, Özgürlük Anıtı ve Top of the Rock. Ama onları son iki güne bıraktığımız için bugün de bir rota belirlememiz gerekiyor. Biz de Çin Mahallesi, Little İtaly ve Soho olarak bir güzergah belirliyoruz. Soho biraz daha Avrupai mimarisi ve birbirinden güzel dükkanarı ile oldukça hoşumuza gitse de Çin Mahallesindeki ve ona hemen bitişik Little İtaly'deki gezimiz Betül nedeniyle başalamadan bitmeye yüz tutuyor. Bunda Çin marketlerinden yayılan kokular, sokaklardaki hengame etkili oluyor. Ama ben yine de burada dolaşmaktan keyif alıyorum. Çin Mahallesindeki keşmekeş, marketlerin pazarımsı dokusu biraz Ulus ve eski Ankara civarını hatırlatsa da Çin'de finans merkezi olmayan yerleşim yerleri hakkında da bir fikir veriyor. Ama bu rotadan aklımda kalan mekanları sıralayacak olsam Soho'daki Evolution Store (Börtü böcek kurutmalardan tutun, doldurulmuş hayvanlara kadar ilginç şeyler bulabileceğiniz bir tükan) ve Japanese Crepes. Krep arası ilginç bir karışımlı dondurma.

Çin mahallesini erkenden bitirdikten sonra - boş beleşlikten diyelim - artık su yolu bellediğimiz Times Square'e gidiyoruz. Bu defa bol bol boş vaktimiz olduğu için meydandaki "Love is On" ekranına girmek tek amacımız. Gerekirse saatleri feda etmeye hazırız. Azmin elinden elbette bir şey kurtulmuyor:


Yine o gün Times Square'de yer alan reklam panoları aracılığıyla biraz da memleket hasreti gideriyoruz. Türkiye diye yapılan reklam aslında sadece İstanbul ile sınırlı kalmış ama olsun, yine de görmek çok güzeldi memleketimizi orada.


Beşinci günüde artık gezi iyiden çığrından çıkıyor. Günü resmen ikiye bölüyoruz: Uyandıktan sonra Avatar: The Last Air Bender çizgi filmi eşliğinde en az iki saat süren kalvaltı (yaklaşık 5 çizgi film bölümü ediyor) ve ardından New York turu. Beşinci günde çizgi filmden arta kalan sürede Staten Island gezisi yapıyoruz. Özgürlük Heykelini görmek ve fotoğraflamak için güzel bir imkan sağlıyor bu tur. Betül'e yeniden gün doğuyor fotoğraflamak için. Ama Staten adasında yapacak çok fazla birşey bulamıyoruz. Dolayısıyla çok fazla oyalanmadan tekrar vapur ile Manhattan'a dönüyor ve kendimizi yemepe içmeye vuruyoruz. Ardından günü Avatar The Last Air Bender ile ateş bükmeyi öğreniyoruz, Zuka yavaştan saf değiştirmeye başlıyor, çok heyacamlı.



Ve altıncı ve son gün. Bugün hedefte Top of the Rock var. Ama gün batımını ve şehrin hem aydınlık hem de ışıklı halini görebilmek için akşama doğru çıkmak niyetimiz var Top of the Rock'a. Öncesinde, Braynt Park ile başlıyoruz güzergaha. 5. ve 6. Cadde arasında yine kocaman bir park. İnsanların yatıp yuvarlandığı, çoluğun çocuğun koşuşturduğu... Etrafta güzel binalar, kütüphanler falan da var. Çok yorulmamış olsak da yine de biraz dinlenmek için vakit geçiriyoruz burada. Ardından Muhammed'in dikkatimizi çektiği ve çok güzel, ferah bir mimarisi olan NYC Grand Central Station'a gidiyoruz. İlla her yeri Türkiye'de bir yere benzetmek zorunda değilim biliyorum ama hakkaten Haydarpaşa Garı geliyor gözümün önüne. Keşkelerine girmek istemiyorum.


Braynt Park ve Central Station'ın ardından memleket hasretimizi gidermek için Simit Sarayı'nın yolunu tutuyoruz. Burası hakkında çok şey söylenebilir ama ben hepsini bir tek fotoğrafla özetlemek istiyorum:


1 simit 1.5 dolar. Dolar 2.6. Üzerine daha fazla konuşmak istemiyorum. Cebeci'de yıllarını geçirmiş bir insan olarak bu fiyatı kabullenmekte zorlanıyorum. Hazır lafı açılmış iken New York'taki Türk lokantaları hakkında da iki kelam etmek istiyorum. Dediğim gibi Simit Sarayı biraz tuzlu. Simitçideyim diye tabağınızı dolduracağınız bir mekan değil kesinlikle. Ama konsept itibariyle bunu anlayabiliyorsunuz. Bunun haricinde Central Park'a civarında çok sayıda Türk lokantası bulmanız mümkün. Biz bunlardan Aba Restaurant'ı deniyoruz. Fiyat performans itibariyle pek başarılı bulmuyoruz. Ama bu noktada değinmeden geçemeyeceğim yer New Jersey'deki Türk mahallesi. 30.000 Türk'ün yaşadığı bu yerde kelimenin tam anlamıyla, adıyla, masa yerleşimi ile yemek lezzeti ile tam anlamıyla Türk yemekleri bulmanız mümkün. Biz Muhammed ile işkembe içip resmen bayılıyoruz. Fiyat da  performans da süper. Ankara'da Balgat'taymışsınız hissiyatı yaşatıyor her anlamda.

Evet, Vedat Milör'e çok heves ediyorum doğru. Azcık hevesimi alayım dedim. Neyse, kaldığımız yerden devam. New York'a yükseklerde veda edelim istediğimiz için Rockefeller Center'ın damına, Top of the Rock'a doğru yola çıkıyoruz. New York'ta dam turizmi yapan başlıca iki bina var. Rockefeller ve Empire State. İkisinin de giriş ücretleri birbirlerine yakın. Ancak Top of the Rock Empire State binasından farklı olarak güzel bir Central Park manzarısı da sunuyor, o nedenle biz tercihimizi Rockefeller'den yana kullanıyoruz.


Şanssızlık. Çünkü biz çıktıktan sonra bulutlar toparlanıyor ve ufaktan bir yağmur başlıyor. O nedenle manzara (fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere) istediğimiz keskinlikte olmuyor.


Elbette yağmurlu havanın azizliği olabilir ama ben bu manzaraya bakarken Şikago'daki gökdelen manzarasının beni daha fazla etkilediğini hatırlıyorum. Tabi Şikago'da gökdelenlerin belirli bir alanda yoğunlaşmış olmalarına karşın New York'ta daha fazla gökdelen çok daha geniş bir alana yayılmış. Belki bu durum nedeniyle Şikago biraz daha etkileyici görünüyor olablir. Ama yine de bu güzel şehre güzel bir açıdan bakarak veda etmenin keyfini yaşıyoruz.

Ertesi gün. Hem New York ile hem arkadaşlarımız ile vedalaşma vakti. New York'a benim ikinci, sevgili eşimin ilk ziyareti oldukça keyifli geçiyor. Geniş geniş geziyoruz, sıkılmadan, koşuşturmadan. Kim bilir bir daha yolumuz kesişir mi ya da kesişirse ne zaman, bilemiyoruz. Bildiğimiz şey ise New York'ta vedalaştığımız arkadaşlarımız Ökmen, Muhammed ve Gözde ile bir sene sonra Türkiye'de görüşeceğimiz. Vedalaşıyor, veyüzümüzde zihinimizdeki güzel anıların yansıması olan bir tebessümle ayrılıyoruz New York'tan. İstikamet Boston.