22 Aralık 2014 Pazartesi

The New York City - 1. Kisim

Internette arama motorunda "The City" diye aradiginizda Google'un dogrudan karsiniza getirdigi nevi sahsına munhasir bir sehir New York. Herkesin tanıdığı, coğunun bildiği, kamera isiklarina, sohrete, iltifata, zenginlige ve cesitlilige aliskin simarik bir star o. Sikago kumral ise, New York sarisin. 




Aralik ayinin sonlarina dogru okulun ilk donemini bitirir bitirmez ucaga atlayip New York yollarini tutuyorum. Tutuyorum tutmasina da o kadar kolay olmuyor New York'a kavusmam. Zira Spirit Airlines 4 saati askin bir rotar testine tabi tutuyor bizi. Hem de 3 saati ucagin icinde... Ucaga biner binmez uyuma aliskanligim oldugu icin uyandiktan sonra ucagin hareket etmez vaziyette havaalaninda durdugunu gorunce valizimi almak icin dogruluyorum. O anda hostes hala Detroit havaalaninda oldugumuz aci gercegini alistira alistira soyluyor uyku mahmuru suratima. On dakka bekledikten sonra damarlarimdan akan kanin sesini duyup once yavastan mirildaniyorum. Bu kendimce isinma turu. Zira niyetim birazdan gidip kaptan ile konusmak. Ne diceksem? Ben kendi kendime ara gazi veririken boyle, kaptan mikrofonu aliyor eline, kisa bir ozurun ardindan, "Daha once de soyledigim gibi, bu gecikmeden dolayi sizlere 70 dolar odencek" diyor. Lanet olasica kapitalist sistem!!!  Nasil da cozmus DNA'mizi. Hemen sakinlesiyor ve uykuma devam ediyorum. Uyandigimda New York New York....

Hava yagmurlu, azcik da soguk. Binmem gereken otobusun ilkini kaciriyorum, ikincisinde bilet engeline takiliyor ancak ucuncusune binebiliyorum. Ben buyuk sehirlerin yagmurlu hallerinden hazzetmiyorum, New York da asil niyetimi bildiginden midir nedir pek sicak davranmiyor bana. Zaten aramizda reddetmeye dair bir mazi de var. Azcik da onu vuruyor galiba yuzume, pek gunesini gostermiyor. Asil niyetim demisken, amacim hem pek de uzun sayilmayan ara tatilde biraz hava degistirmek hem de arkadas ziyareti gerceklestirmek. New York'u cok merak etmeme ragmen mevsimin de etkisi ile gezme odakli bir seyahat olmayacagini biliyorum. Daha ziyade buradaki arkadaslarimi ziyaret etmek amacim. Asil gezme isini Mayis ayinda New York' u yeniden ziyaret ettigimde yapmak istiyorum. O nedenle hem bu gezi hem de bu yazi New York'a dair bir teaser mahiyetinde olsun istiyorum. 

Mesakkatli yolculugun ardindan nihayet sevgili arkadaslarima kavusuyorum. Columbia'da yuksek lisans yapan Okmen, Muhammed, sevgili esleri Gozde, Bilge ve gorebileceginiz en sevimli ve konuskan cocuklardan biri olan Elif. Sonradan Ozge de katiliyor aramiza... 

Peki ne yaptik? Soyle ozetleyeyim: Kararinda gezip, arkadaslarla beraber evde guzel vakitler gecirdik, guzel yemekler dahil: 

Mesela, yagmurda islanmak pahasina da olsa Wall Street selfimizi yaptik:


Wall Street'in sonunda sans pesinde olan insanlari fotografladik:



Uzaktan sislerin arasindan bizleri hayal meyal selamlayan ozgurluk anitinin selamina karsilik verdik:


Selfie cilginligimiza Broadway ile devam ettik:



 Ve selfiye yeni boyutlar kattik:


Times Square'in gunduz curcunasina taniklik ettik:


Central Park'in agaclarini ciplak goruntuledik: 


Hazir girmisken Simit sarayinda simit ozlemimizi giderdik:


Dedigim gibi kararinda gezdik. Ama bu gezimi anlamli kilan daha ziyade arkadaslarimla gecirdigim vakitti. Sehre iliskin daha ayrintili bir yaziyi Mayis ayinda sevgili esim ile birlikte gerceklestirecegim seyahatten sonra yazmak istiyorum. O nedenle cok sevdigim iki fotografla New York Part 1 bolumumuzu bitirmek istiyorum. 

Ilk fotograf "Arkadaslarla Olmak Iyidir" isimli eser. Herkesin cok samimi guldugu guzel bir ani oldugunu dusunuyorum bu fotografin. ( Elif'in bakislara dikkat. O zaman gozdesi bendim) 



Ikincisi ise bence New York kompozisyonu basarili olan bir fotograf. Arkadaki kalabalik ve reklam isiklarinin karisimini seviyorum. Kiskanarak telif haklarinin Muhammed'e ait oldugunu belirtmek durumundayim. 


20 Aralık 2014 Cumartesi

Hikayesi Kendisinden Güzel Şehir: Detroit.


"Bir zamanlar" diye başlanan cümlelerin öznesi olan insanları dinlemek gibi buruk bir his Detroit'in sokaklarında dolaşmak. Şenlik dağılalı çok olmuş buralarda. Geriye kalan acı yeli ise bütün şiddetiyle hissedebiliyorsunuz. Detroit, hikayesi kendinden güzel tanımına en fazla uyan şehirlerden biri. 


Şenlik dağılmış bir acı yel kalmış Detroit sokakları. 

Fakirin yüzü soğuk olur, derler. Bizimkisi de o hesap. Bulduğumuz ilk fırsatta koşa koşa üç saati aşkın yol katedip şaşaa şehri Şikago'ya gitmemize rağmen, 25 dakikalık mesafedeki Detroit'e gitmemiz, üç ayı buldu. Çoğunluğunu Japon arkadaşların oluşturduğu bir grup ile birlikte, Amerika eğitim sisteminin ayrılmaz bir parçası olan "hadi bi tatil uyduralım" günlerinden birinde Detroit'e gitmeye karar veriyoruz. Adettendir, yola çıkacağımız kadroyu tanıyalım. (Hali hazırda Şikago'dan tanıdığınız Luis kadrajda yok ama kadroda var.)

Solda Meslektaşım Daiki, Japon Rekabet Uzmanı (!). Sağdaki, Edgar, Meksika asıllı ABD 'li kedi fetişisti.


Öndeki, Hanouk, Kore'li. Ne iş yaptığına dair bi fikrim yok. Sürekli kilisesinden bahsediyor. Güney Kore Cemaatinden sanırım. Diğeri  Seiya, adamım. Japon anime. Tarım ekonomisti ( Ne demekse).  


Görece kapalı bir günde yola çıkıyoruz. Arabayı Luis kullanıyor. Direksiyon sallarken, Detroit'in en tanınmış ismini soruyor bana. Zeki çocuğum tabi durur muyum, yapıştırıyorum hemen cevabı, Ford diyorum. Fordist üretim teknolojisinin mücidi ve Transit minübülerin atası. "No mames" diyor bana. İspanyolca'nın cümle sonu noktası. Eminem'miş Detroit'in en meşhuru. "Hakkaten ya! Bi Eminem vardı, noldu ona" diyorum. Zaten bildiğim bi şarkısı vardı o da gelmiyo aklıma. Sonradan yazıyı yazarken tekrar dinliyorum. Detroit sokakları ile dolu klibi de var. O zaman kaseti koyalım fonda çaladursun:



Yolda gider ve müziğimizi dinlerken azcık şehrin tarihi hakkında bilgi verelim. 1950’lerde nüfusun 1 milyon 800 bin olduğu, sadece otomotiv sektöründe 300 bin kişinin çalıştığı ve Amerikada'ki toplam istihdamın 1/6'sına ev sahipliği yapan, işletme fakültelerinin taban puanlarını yükselten Fordist üretimin hayata geçtiği bir yer Detroit. O yıllarda Şikago da kimmiş, New York'un tozunu attırıyor. Ama işte hayat.. İlk önce Japonlar'ın Hondası ve ardından Arapların 1970'lerdeki petrol ambargosu el ele verip belini büküyor şehrin. Bununla da kalmıyor. Bugünün Amerika'sında hala en canlı konu olan ırkçılık tartışmaları 1943 ve 1967'de iki büyük isyana yol açıyor. Bu da şehrin önemli ölçüde göç vermesine neden oluyor, diyollaaa. Bu güç kaybı 1990'ların başında şehrin kredi notunun değersize düşmesi ile başka bir boyuta taşınıyor. Dalgalanmalar o kdar şiddetli oluyor ki, Bush yönetiminin 2008 yılında General Motors ve Crysler'a 17.4 milyar dolares vermesi de yeterli olmuyor.  2000'lerin başında General Motors ve Detroit ardı ardına iflaslarını açıklıyor. Şimdi şehrin nüfusu 700 binin altında. Yazık laaa. İnsanın içinden, iner inmez, "hep sizin suçunuz lan" deyip japonlara dalası geliyor. Hiroşima'yı hatırlayıp, "neyse" diyorum. 

Geliyoruz. Geliyoruz ama, şehrin nüfusunun azaldığının da bu kadar gözle görülebilir olmasına inanılmaz şaşırıyorum. 700 bin kişiden bi kaçına bile rastlamamak tuhaf geliyor. Sokaklarda in cin top oynuyor resmen.  Tuhaf. Şehirdeki güvenlik ile ilgili duyduklarımızı (Amerika'da suç oranının en yüksek olduğu şehirlerden biri) göz önünde bulundurarak arabaları görece güvenli olduğunu düşündüğümüz bir otoparka çekip Renaissance Center'ın bulunduğu şehir merkezine doğru yola koyuluyoruz. Geçtiğimiz sokaklardan bir kaç manzara. 

 
Yalnız ve dumanlı sokaklar.  



Hayalet şehir.
  
Sokaktaki tek gürültüyü neredeyse biz yaratarak yürümeye devam ediyoruz. Bazı Japonlarla İngilizce konuşmak hakkaten çok zor oluyor. Ama yine de Daikin ile Japonya ve rekabet kurumuna ilişkin konuşmaya başlıyoruz. Genetik biliminden bilgisayara ve oradan ise nasıl olmuşsa rekabet hukukuna atlamış. (Şimdi yazarken acaba başka birşey dedi ya da demeye çalıştı da ben mi böyle anladım diye düşündüm. Neyse dil cidden sorun bir kısım Japon arkadaşımız ile). Böyle böyle laflarken, uzakta eski güzel günlerin ayakta kalan kırıntılarından  General Motors'un da genel merkezinin yer aldığı Renaissance Center'ı görüyoruz. Görelim hep beraber: 


1970'lerde inşa edilen bu gökdelenler topluluğu o zamandan bu yana Detroit'in en uzunlar konumunda imişler. Bu da Detroit'in kendi çapında küçük sevimli Şikago'su olmuş. GM Towers da diyebileceğimiz bu bina Kanada ile ABD'yi ayıran Detroit nehrinin tam kıyısında kurulmuş. Karşı taraf iki kulaç mesafesinde Kanada. Binanın içerisine girdiğimizde ise şaşkınlığımız daha da artıyor. Çünkü alışveriş dükkanlarının olduğu bu gökdelen de resmen bomboş. İçerideki insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez nitelikte. Bunu günlerden cumartesi olmasına ve gökdelenlerin asıl sahipleri olan çalışanların orada olmamalarına veriyoruz. Yalnız içeride olan arabalar şehrin boşluğunu unutturmaya yetiyor. Alt katta sergilenen bazı arabaları daha yakından görmek üzere yanlarına gidiyoruz. 





Adettendir, hemen Türkiye ile fiyat karşılaştırmasına girip, canımı sıkıyorum. Yukarıda resimlerini gördüğünüz yavruların en nadidesinin 50 bin papel civarında bir anahtar teslim fiyatına sahip olduğunu belirtip, Türkiye fiyatlarını tahmin etme meselesini size bırakalım. Binanın içindeki araba turumuzu tamamladıktan sonra, Kanada kıyılarını selamlamak adına GM Towers'ın ön tarafına çıkıyoruz. Kanada'dan esen rüzgarın iliklerinize nasıl işlediğini anlatacak kelimeleri şuanda bulamıyorum. Nehir kenarından bir iki fotoğraf alıp tekrar içeriye doğru koşuyoruz. 


GM Towers'ın Detroit nehri tarafından görünen yüzü. 


GM Towers'ın önünden görünen Kanada kıyıları... 
GM Towers'taki turumuzu tamamlıyoruz. Seiya içerde bizlere biraz, II Dünya Savaşı sonrasında ABD'nin Japonya'ya yardımlarından (GDP'nin %15'ine varan iktisadi yardımlardan bahsediyoruz), ekonominin yeniden yapılanmasından ve özellikle bölgede devam eden askeri gerginliklerin, ülkenin makine teçhizat altyapısının gelişimine nasıl katkıda bulunduğundan bahsediyor. İşte Detrot'i çökerten Honda'lar, Toyota'lar o dönemde sağlanan alt yapının sonucunda oluyor. Savaş meydanında atom bombası atmak pahasına yenip yerle bir ettiği bir ulusu yeniden uluslararası sistemin etkin bir üyesi haline getirmek Amerikalıların önemli bir başarısı. Bu konuda laflayarak GM Towers'tan uzaklaşıyor, şehrin biraz daha içinde doğru yürüyoruz. Dünyadaki tüm şehirlerde olan, finans ve ticaret merkezlerinden uzaklaştıkça hissettiğiniz fakirleşme ve farklı dünyayı koklama hissini burada daha yoğun hissediyorsunuz.
GM Towers'tan uzaklaştıkça oluşan manzara...


Bu da başka bir açı.


Arada böyle sokaklar da çıkıyor karşınıza. 

Mortgage krizinin yol açtığı finansal sorunlar gerçekten terk edilmiş ev ve binalar bırakmış geride. Bunları görmek çok tuhaf geliyor. İnsanlar resmen bırakmış ve gitmiş. Görmeden anlamak zor. Nasıl desem, insanı biraz korkutuyor, hayatının ekonomik gelişmelere bu kadar bağlı olduğu hissi. 2008 krizinden sonra şehirde 33 bin civarında boş, 91 binin üzerinde de terk edilmiş ev olduğundan bahsediliyor. Düşünebiliyor musunuz?



Şehir merkezinde bile buna benzer onlarca terk edilmiş bina görmeniz mümkün. 


Böyle bir otelde kalmak ister misiniz?
Gördüğümüz onlarca terk edilmiş bina içerisinde bu terk edilme ve çöküş hikayesini anlatan ise sanırım Detroit tren istasyonu. Binanın büyüklüğü eski yılların görkemini anlatır cinsten, vaziyeti ise şimdi durumu... 

Terk edilmiş Detroit tren istasyonu. 

Var olan bu durumu fırsata çevirmeye çalışanlar da var elbette. Bundan bir kaç yıl öncesine kadar 200 bin dolar dolayındaki evler 10 - 20 bin bandına kadar düşmüş. Otomotiv firmalarının yeniden canlanacağına oynayan bazıları ise bu evleri değerlendirme peşindeymiş. Gazetelerde, bir aralar Türkler arasında da Detroit'ten ev almanın yaygınlaştığına dair haberler gördüm. İlginç. Ama ne yalan söyliyim, en az 20 yıl boyunca unutmak istediğiniz bi 20 bin dolarınız yoksa, ben şimdilik buradan ev almayı tavsiye etmem. Amaaaan, içimiz daraldı arkadaş yok mu bu şehrin güzel bir yeri deyip, Greektown'a doğru yola çıkıyoruz. Burası şehrin biraz daha yemeli içmeli ve görece hareketli bir yeri diye bir umudumuz var. Yol üzerinde gördüğümüz bir kaç manzara, o ana kadar oluşan kapkara manzarayı biraz da olsun dağıtabiliyor. 


Böyle manzaralardan mutlu olabiliyorsunuz Detroit'te. 
Greektown'a yaklaştıkça şehrin üzerindeki ölü toprağını az da olsa attığını görebiliyorsunuz. Elbette İstiklal'deki gibi bir o yana bir bu yana yürüyen binlerce kişi yok sokakta, sadece biraz bar ve restaurant hareketliliği ile sokakta saksafon çalan evsizleri görebileceğiniz bir yer burası. Özellikle şehrin amerikan futbolu takımı Detroit Lions ve hokey takımı Red Wings'in maçlarından sonra oldukça kalabalık oluyormuş. Ama sokağın alameti farikası casinosu, bunu fark ediyoruz.






Casinoya girdiğimiz zaman, "Ha, işte buradalarmış!" diyoruz. Şehrin sokaklarını boşaltan insanları koşa koşa casinoya akmış. Aklınıza gelebilecek her türden her yaştan insan var. Kaç katlı olduğunu sayamadım casinonun. "Efenim, işte kapitalizm insanları sömürmüş, onlar da casino da kara talihlerinin döneceği anı bekliyorlar" sosyal mesajlı tespit olaylarına girmeden kalabalık olduğu tespiti ile yetinelim.


Casinonun içinden bi sahne.. Fotoğraf çekimine pek sıcak bakmıyorlar. Soldaki elemanın bakışına dikkat. 
"Olsun, aşkta kazanırız" diyerek buradaki turumuzu da bitirdikten sonra, ekibimizdeki Edgar sayesinde ile Detroit'in olmazsa olmazlarından biri olduğunu öğrendiğimiz Slows Barbekü'ye doğru yollanıyoruz arabalarımıza binip. Mekana geldiğimizde 700 bin kişilik Detroit'in casinodan arta kalan 350 bin kişinin de bu binanın içinde olduğunu görüyoruz. Kapıdaki kadın olanca güzelliği ve şirinliği ile 2 saatten fazla bekletmek zorunda kalabileceğini söylüyor. Nalet girsin barbeküsüne, ne varsa Ann Arbor'da var diyip yemek yemek üzere, Ann Arbor'a geri dönüyoruz. 
İki saat bekletirim diyen Slows....
Slows'un iki saat teklifi Detroit maceramızın bitiş düdüğü haline geliyor. Slows'dan çıkıp koşa koşa Ann Arbor'a geri dönüyoruz. Aklımızda Tomokun var, Kore mutfağı. Güney Koreli Honuk'un hatırlatıyor, Valla yorucu bir günün ardından oldukça güzel bir yemek oluyor: 






Edgar'ın kedi fetişisti olduğunu söylemiştim. Gördüğü her fotoğrafa kedi kafası ekliyor. 


Aslında bu Detroit'in çöküşüne dair fikir veren bir gezi ( ve yazı) olsa da "Motor City"nin diger yüzünü, müzelerini ve ayağa kalkmak icin neler yaptigini da ikinci gezimizde ve yazimizda anlatmaya calisacagim. 

x

8 Kasım 2014 Cumartesi

Rüzgar, Şaşaa ve Gökdelenler: Şikago

Hermes abiyesi, Prada gözlüğü ve Chanel marka çantası ile yanınızdan şıkır şıkır geçip giden kumral uzun boylu bir kadının adı Şikago. Üzerinizde bıraktı mutlak etki şaşaası..    






Amerika'daki ilk seyahat noktam olan Şikago'ya gittiğimiz gün Amerika’ya gelişimin 42. günündeydim. Eve yerleşmek, düzeni kurmak, okula alışmak ve midtermler derken 40 küsür günü devirmiştim. Yedi seneyi aşkın memurluk hayatının ardından zamanın tatlı bir yoğunlukla ve hızlı geçtiğini hissetmek tuhaf bir mutluluk veriyordu. İnsanın kendi enerjinin yeniden farkına varması çok güzel bir duygu. 

Cristof Columb'un kıtayı keşfetmesi bazı eyaletlerde tatil olarak değerlendiriliyor Amerika'da. Bu fırsattan yararlanarak, biz de Ann Arbor'a üç saatlik  mesafede olan Şikago yollarına düşüyoruz. 

Üç kişiyiz. Bana eşlik eden arkadaşlarım Luis ve Alihandro. Luis, Ford School'dan sınıf arkadaşım. Ekvadorlu. Ailesi ile birlikte 18 yıl önce Amerika’ya göçmüş ama hala kanında Latin Amerika’nın romantik devrim aşkını taşıyor. Ekvator’dan Amerika’ya gelir dağılımı, adalet, silah sanayi, kapitalizm, Henry Kissenger'ın aslında neden yargılanması gerektiği  falan, konuşup duran birisi. Çok sıkılsam da bazen, söylemiyorum. Böylelerini hep çekerim zaten biliyorum, kaderim bu deyip, sineye çekiyorum. Genel olarak duygusal, yardımsever, naif birisi Luis. Öteki Alihandro.  Luis'in üniversite yıllarından arkadaşı, Meksikalı. Tek kelimeyle özetlemek gerekirse, cuk oturacak bi lafım var ama yazamıyorum. (Oto sansürün geldiği nokta endişe verici.) Alihandro da 10 küsür yıldır Amerika’da ama İngilizcesi benle gelmiş havası uyandırıyor. Bar filozofu. Devrim, gelir dağılımı zerre umurunda değil. Global ölçekte tek sorunu havaların geçen sene çok soğuması ve yeni mont için çok para vermesi. Aşağıdaki fotoğrafta özçekimimizi yapan Luis, arkada umursamaz biçimde  uyuyan ise Alihandro. Bu durumda arabayı kullanan da ben oluyorum.



Arabamızla cumartesi öğlen sularında çıkıyoruz Şikago yoluna. Şikago'ya rüzgarın şehri deniyormuş. Bunun nedeni Luis’e göre şehrin tarihi boyunca farklı siyasi akımların etkisinde kalması iken Alihandro’ya göre sadece Michigan gölü kenarında kurulu şehirde rüzgarın cidden iliklerine işlemesi. Benim ise aklımda sadece "The Untouchables" filminden bir sahne vardı Şikago'ya dair. Bu sahne bilinçaltıma nasıl işlemişse artık, puroları ve uzun Cadillac arabaları olan acımasız adamların şehri olarak kalmış aklımda koskoca şehir.



Şanslıydık, çünkü baharı andıran güzel bir hava vardı. Üç saatlik yolda bir saat mola verip, saat 2 sularında Şikago’ya girdik. (Aslında bu tembelliğimizde saat dilimlerindeki farklılık nedeniyle Şikago’nun bir saat geride olmasının da payı büyüktü.) Şikago'ya şehrin doğu tarafından giriyoruz Ann Arbor'dan giderken.  Burada ilk olarak eski, renksiz, bakımsız bir köprü ve ardından da duvarları yer yer grafitilerle süslü olan fabrika binaları karşılıyor bizi. Şikago deyince hep anlatılan gökdelenlerden ve şaşaadan eser yok doğu girişinde. Sanırım Amerikan şehirleri ile aramda asla oluşmayan duygusal bağın temeli burada atıldı. Bana hep karmaşık gelen Amerikan otoyollarında çıkışı kaçırmama telaşı içerisinde downtown yoluna girmeyi başarıyoruz. Tam bu esnada Şikago şaşaası dediğimiz şey ufukta beliriyor.



Bu hali ile uzaktan baktığımızda Şikago nedir sorusuna verilecek yanıt, uzun binalar ve ondan daha uzun binalar olabilir gibi geliyor. Yeşilliğin ve gökdelenlerin kenti Ankara'dan gelmiş biri olarak Şikago'nun bu hali yüzümde biraz ekşimeye neden oluyor. Şehrin merkezinde fikrimin değişeceğinden habersiz yüzümdeki ekşi ifade ile yol almaya devam ediyoruz. Şehir merkezine girdiğimizde karşılaştığımız en önemli sorun araba park yeri oluyor. Gökdelenlerin arasında park yerleri ya dolu ya da inanılmaz pahalı. Daha sonra Luiz'in Şikago'da buluştuğumuz bir başka arkadaşı sayesinde uygun sayılabilecek bir park yeri bulabiliyoruz.  Arabadan inip Şikago sokaklarında dolaşmaya başlıyoruz. Caddeye baktığınızda kendinizi önce fare gibi hissediyorsunuz. Ne demek istediğimiz biraz fotoğraflarla anlatayım isterseniz. Caddede dümdüz karşıya baktığınızda gördüğünüz manzara şu:



Kafanızı yukarı kaldırdığınızda ise şöyle bir manzara ile karşılaşıyorsunuz:



Kelimenin gerçek anlamıyla kendinizi çok küçük hissettiğiniz bir şehir burası. Mesai günlerinde bu koca koca kafeslerde çalışan yüzbinlerce adamdan eser yok tatil günü. Sokaklar özellikle şehir merkezinde şaşırtıcı derecede sakin. Kafamızı yukarı kaldıra kaldıra caddelerde yürümeye başlıyoruz Luis, Alihandro ve yeni katılan arkadaşı Hector ile birlikte (İsimleri Latinlerin Ali Veli ve Mehmet'i olan bu adamlardan Hector'un da Latin olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı. O da Ekvadorlu). Hector daha önce Ann Arbor'da tanıştığımız birisi. University of Michigan'dan Luis ile birlikte mezun olmuş, şimdi bir yatırım bankasında çalıyor. Genel olarak sessiz, sohbete gülerek eşlik eden, ara ara iyi yorumlar yapan, hesapları ben öderim havasında ve BMW 5.20 si ve ayfon 6s'i olan bir adam. Yolda yürürken, yapılan telefon görüşmelerini ardından, grupta yeterince Ekvatorlu yok kanısına varmış olacaklar ki, yeni bir arkadaşlarını daha davet ediyorlar. Gelen isim Patt. Paçaları bol, siyah bir takım elbise giymiş. Bende yarattığı ilk etki, neden bilmiyorum ama, Şikagoya ilk girişte yaşadığım his ile paralel oluyor. Ama sonrasında Patt'e karşı düşüncelerim çok değişiyor.

Fotoğrafı Patt çekmiş. Luis, Alihandro, Hector ve ben. 

Hep beraber ilk önce şehrin müzesine gidip bir kahve içtikten sonra (valla giriş pahalı geldi ne diyim) Patt'e yukarıdaki fotoğrafı çektirip şehir merkezindeki yegane park olan Milennium Park'a doğru yollanıyoruz. Millenium park hakkaten koskoca gökdelenlerin arasında kalmış yemyeşil güzel bir vaha gibi. Herhalde modern sanatın örneklerinden oldukları için olsa gerek, pek anlayamadığım ilginç sanat eserlerinin ulu orta sergilendiği bir alan. Bana ilginç gelen ikisinin fotoğrafını aşağıdaki resimlerden görebilirsiniz. Bunlardan ilki insan suretlerinin led ekranlarda sergilendiği devasa duvarlar. İnsanlar ağızlarını ıslık çalar gibi yaptıklarında bir müzik ile birlikte ağızlarından su fışkırıyor.



Diğeri ise parlak metalden yapılan dev yumurtamsı şekil. Ne işe yaradığı konusunda herkes hem fikir. Yaklaşıp yüzeyinde tuhaf biçimlerde beliren yansımanızın fotoğrafını çekiyorsunuz. 





Bu kadar şehir merkezi turu yeter deyip ardından Michigan Gölünün kenarına doğru hafif hafif yollanmaya başlıyoruz. Güneş batmaya yakın. Öyle bir rüzgar esiyor ki, neden rüzgarın şehri denildiğini bal gibi anlayabiliyorsunuz. Buz gibi. Ama çok ilginç bir rüzgar. Sürekliliği yok. 10 dakika esiyor, sonra duruyor. Tuhaf. Ne yapacağımız konusunda bir fikrimiz yok. Sadece grubumuza 4. Ekvadorlunun katılacağını öğrenmenin mutluluğu ile yürümeye devam ediyoruz. Yolda giderken Patt ile sohbete başlıyoruz. Türk olduğumu öğrenince adama bir efkar çöküyor. Gerçekten. Meğer bizim Ekvadorlu eleman bir Türk kadını tarafından fena halde yaralanmış, bunu öğreniyorum. Patt, Ekvodordan Amerikaya göç eden aileler kervanından. (Bu kadar çok göç olmasının nedeninin ülkenin 90'lı yıllarda yaşadığı derin ekonomik kriz olduğunu ve fırsatını bulanın kapağı Amerika'ya attığını burada öğreniyorum. Tanıdık geldi mi?) Amerika'ya geldikten sonra müzik okumuş. Şimdi alışveriş merkezlerinde, özel davetlerde piyano çalıyor. Bir vakit müzik nedeniyle Paris'e gittiğinde orada bir Türk Hatun kişi ile tanışmış, paçayı kaptırmış. Kız Türkiye'ye dönmüş, bizim oğlanı İstanbul'a çağırmış. Garibim, cebindeki kıt kanaat parayla İstanbul'a gitmiş, kızın bir lafına. Kız napmış peki, "Ben Bodrum'dayım" demiş, "buraya gel." Adam bana mısın dememiş, İstanbul'dan otobüsle Bodrum'a gitmiş. Gitmiş de ne olmuş? Kız "Seni seviyorum, son kez görmek istedim ama ben başkasıyla evlenecem" demiş. Kıza mı yanarsın bizim oğlana mı? Gerisin geri dönmüş bizim zavallı da. İşin tuhafı, gerçi nesi tuhaf aşk işte, Patt hala seviyor kızımızı. 
Bu hikayeyi dinleyerek Michigan Gölü kıyısına kadar geliyoruz. Göl demeye şahit ister, kocaman, deniz gibi görünüyor. Kıyısında oldukça lüks yatlar var. Aramıza yeni Ekvatorluyu da alıp çığ gibi büyüdükten sonra, ne yapacağız sorusun yanıtının bu yeni elemanda saklı olduğunu görüyoruz. Bir kaptan edasıyla limanda demirli bulunan gemiyi işaret ediyor kafasıyla:


Geminin üzerinde Columbian Yacht Clup yazıyor. Üyelere özel bir yer olduğunu ve üye olmanın geçer koşulunun da burada demirli yatlardan birine sahip olmak olduğunu öğreniyorum. "Eee yatın mı var lan" diye haykıracakken eşinin burada çalıştığını ve bize özel olmak üzere bir masa ayarladığını öğreniyorum yeni elemanımızın. E hadi bakalım deyip yollanıyoruz.  Fazla tasvire gerek yok: gemi lüks, abiler kodaman, kadınlar sarışın. Masamıza oturuyoruz. 


Yemeklerimizi bitirdikten sonra yemekten daha güzel olan şeyin geminin en üst katından seyrettiğimiz Şikago manzarası olduğunu biraz sonra öğreniyoruz. 





Hava kararınca gördüğümüz Şikago bambaşka oluyor. Gerçekten karşınızda uzanan bu ışık kulelerine, şaşaaya, zenginliğe bakıp etkilenmemek mümkün görünmüyor. Elbette benim bu etkilenmemde, gökdelenlerin bu kadar yoğun olduğu bir şehirde ilk defa bulunmam olduğu kadar, altımdaki geminin ve elimde kaçıncı olduğunu hatırlamadığım şarap kadehinin de etkisi oldukça fazla olsa gerek. İlk günün sonunda Şikago ile burada vedalaşıyor ve ardından konaklamak için Luis'in arkadaşlarından birinin evine gidiyoruz.

Ertesi gün uyandığımızda, Luis'in arkadaşları sağolsunlar bizi kahvaltı yapmak için bir mekana götürüyorlar. Önünde sıra var. (Zaten Amerika'da bekletmeden içeriye alanı da görmedim. Müşteri velinimettir anlayışı buradan çok uzak) Bekledikten sonra içeriye giriyoruz ve kızcağız bana ısrarla buranın bir sipesiyalinden bahsediyor, onu tavsiye ediyor. Kıramıyor, tamam diyorum. Ama şuna bir bakın allahaşkına:

Fotoğrafa baktığımda bile hala bir tuhaf oluyorum.

Sabah sabah, etli omlet üzerine fasülye ve amerikan peyniri ve yanında da üzerinde tereyağına benzer birşeyin bulunduğu kalın hamurdan yapılmış 8 lavaş yenir mi? Ondan sonra niye obeziz. Amerikadaki salt amerikan yemek kültürünü bundan daha iyi açıklayacak bir yemek olmazdı herhalde. Kahvaltıda doğru dürüst peynir bile yiyemeyen bir adam olarak ucundan tırtıklamış olmam bile gün boyunca devam edecek bir mide sancısına ve bulantısına yetiyor. 
Kahvaltının ardından Luis ile birlikte Şikago'daki hac vazifesini icra etmek üzere şehrin en uzun gökdeleni olan Willis Towers'a doğru yola çıkıyoruz. Lokanta da olur da burada olmaz mı, elbette devasa bir kuyruk ile karşılaşıyoruz. Binadan içeri girip en tepeye çıkan asansörlere binmemiz yaklaşık bir buçuk saatimize mal-oluyor.  Ama çıktığınızda karşılaştığınız manzara şöyle oluyor:




Benim bu manzaradan daha çok etkileyen şey, bulunduğum yerden 1970'lerin sonunda da aşağı yukarı aynı manzara bakıyor olmayı düşünmek oldu. Evet. 110 katlı 472 metre yüksekliğinde olan bu bina 1973 yılında tamamlanmış ve diğer gökdelenlerden de genel olarak daha genç. Yamulmuyorsam 2000'lere kadar dünyanın en yüksek binası olma ünvanını da koruyor. Düşünün ki 1930'ların sonunda çoğunlukla ahşap binalardan oluşan şehir, yangın sonucunda binalarının önemli bir kısmını kaybediyor. Ardından merkezine çelik konstrüksiyonu alan bir mimari anlayışa ev sahipliği yapıyor ve 1970'lere gelindiğinde yukarıdaki manzarayı aşağı yukarı tamamlıyor. Evet, Avrupa şehirleri gibi sanatsal ya da tarihi bi dokusu yok ama kesinlikle etkileyici.

Kulenin en tepesinde dolaşırken yapmaktan asla kaçamayacağınız şeylerden biri de binanın tepesinden dışarı doğru çıkarılan cam odaların içine girmek. Azcık korkmakla beraber heyecan verici. Yalnız dikkat etmeniz gereken şey, belirli bir yolu takip ederken karşınıza çıkan ilk cam odanın paralı olması. Burada fotoğraf çektirip paranızı kaptırdıktan sonra yolunuza devam edip aynı odadan bi tane daha bulunduğunu ve burada kendi fotoğrafınızı çekebildiğinizi görmeniz biraz acı oluyor. Aşağıdaki fotoğraflardan ilki, paralı fotoğraf makinesine poz verirken ben (Luis armutluğumu çekmiş), diğeri de beleş tepedeki ben.



Kuleden aşağı indikten sonra, buraya kadar geldik uğramazsak gücenir deyip, Micheal Jordan anıtını ziyaret etmek için Chicago Bulls'un United Arena'sına gidiyoruz. 


  


Bir insanın yaşarken bu kadar efsaneleşmiş olması inanılmaz bir duygu olsa gerek diyor ve acıktığımızın farkına varıyoruz. O kadar Ekvatorlunun arasında kalmış olmanın verdiği bir bastırılmış milliyetçilikten olsa gerek, bizim elemanları aldığım gibi daha önceden araştırdığım bir Türk lokantasına götürüyorum. Cafe Orchid. Aslında restorandan ziyade bir cafe tarzında dekore edilmiş ama bir lokantada türk yemeği adına isteyebileceğiniz aşağı yukarı her şeyi  sunuyorlar. İçli köfteden adanaya ve mezelerine kadar. Fiyat performans oranı da fena sayılmaz. Haid gaza geldim Vedat Milör edasıyla bir de notlayayım bari: burası benden üç buçuk yıldızı alıyor.