10 Nisan 2016 Pazar

US Highway 1: Los Angeles'tan San Fransisco'ya.

İnsanlara güzel bir doğa, verimli topraklar ve savaşsız bir yüzelli yıl verin, sizce okyanus kenarında tüm ömrünüzü geçrimek isteyeceğiniz müreffeh, şık ve sakin kentler yaratsınlar. Okyanus kenarından ilerleyen meşhur Highway 1 üzerinden Kaliforniya'nın güneyinden kuzeyine ilerlerken gördüğünüz şehirler bunun yegane kanıtı olarak kamaştırıyor gözlerinizi.




17 Haziran 2015 günü Los Angeles'tan ayrıldıktan sonra Kaliforniya'nın kuzeyini ve güneyini birbirine okyanus kenarından bağlayan meşhur Highway 1 üzerinden kuzeye doğru ilerliyoruz. Highway 1 ismi, Kaliforniya'ya ilişkin birçok şeyde olduğu gibi, marka haline gelmiş bir otoban. 1930'larda yapımına başlanmış ve 1960'a kadar sürmüş. Güneyden kuzeye ilerlerken bu yol üzerinde sol yanınızda sonsuz okyanus, sağ yanınızda ise kimilerinin yanından araba ile geçmeniz on dakika süren ekili tarlalar uzanıyor. Amacımız bu kıvrımlı yolu okyanus boyunca takip edip güzergah üzerinde belirlediğimiz kasaba büyüklüğündeki şehirleri ziyaret ederek San Fransisco'ya ulaşmak. Oldukça uzun bir güzergah ve çok sayıda durağımız olduğundan arada Morro Bay'de konaklayacağız.

Kaliforniya'nın kuzeyi oldukça ilginç bir tarihe sahip aslında. Seyahate başlamadan önce okuduğum bazı şeyler sürekli kafamda dönüyor bol boyunca ilerlerken. İlerlediğimiz toprakların, Kaliforniya'nın kuzeyinin, oldukça ilginç bir hikayesi var. 1846-48 Meksika Amerika savaşı sonrasında Amerika sınırlarına katılan Kaliforniya'nın kaderi bu tarihten sonra değişiyor. Amerikalıların azmi mi dersiniz, şansı mı yoksa taşı toprağı değerlendirme hırsı mı bilmem ama şu kovboy filmlerinde gördüğümüz altına hücum dönemi tam olarak tarihten sonra başlıyor. Eyaletin kuzeyinde keşfedilen altın madenleri gözünü hırs bürümüş binlerce insanı Kaliforniya kuzeyindeki bu topraklara çekiyor. Kimisi bu işten oldukça karlı çıkarken önemli bir kısmı altında bulamadığı rızkı verimli tarım arazilerinden çıkarmaya çalışıyor. Aslına bakarsanız bugün de Kaliforniya'da pek de fazla değişen bir şey yok. Günümüzün altın madeni olan Silikon Vadisi hala milyonlar için cazibe merkezi kılıyor burayı. Değişmeyen tek şey tarım arazileri. O kadar geniş ekili alanlar ve kocaman makineleri kullanarak üretim yapan çiftçiler var ki insan bir ara okyanusu birakıp hayran hayran bu tarlalara bakıyor. Kaliforniya teknolojik yatırımları ile dikkat çeken bir tarım ülkesi olarak kazınıyor aklıma. Elbette bir de çok güzel şehirleri var.


Tarihi ve tarımı bi kenara bırakıp güzergaha gelecek olursak: Bugünkü amacımız Los Angeles'tan yola çıkarak, okyanus kenarında kıvrılarak küçük ve güzel kasabaları dolaşmak. Santa Monica'dan (Los Angeles) ayıldığmızda rotamızda öncelikle Malibu sahilleri var. Malibu ismi başka birçok şeyle de anılsa da burası elverişli dalgaları nedeniyle sörfçülerin de uğrak mekanı olan güzelce bir sahil. Güzelce dememin başlıca üç nedeni var: Birincisi, Türkiye'deki sahilleri biliyorsanız eğer dünya için yeterince yüksek bir çıtanız var demektir, inanın. İkincisi, hadi Malibu'nun da hakkını çok yemeyelim, bizim orada olduğumuz anın kapalı bir güne denk gelmesiydi. Üçüncüsü su Haziran ayında olmamıza karşın oldukça soğuktu. Ayaklarımızı sokmaktan öte gidemiyoruz maalesef bu sahilde de. Yüzmeye gelenler, daha doğrusu su da olanların çoğunun üzerinde sörf kıyafetlerinin olması da bu durumu güzel anlatıyordu. Suyun soğuklu ve havanın kasvetli olması nedeniyle biz sahilde durup, yüzme bilmeyen çocuklar gibi, yüzenleri ve daha çok sörf yapanları seyrediyoruz. 




Malibu sahilinden ayrıldıktan sonra kuzeye doğru ilerlemeye devam edioyoruz. Şansımıza hava biraz daha açıyor. Havanın açması ile birlikte sağ tarafımızdaki uçsuz bucaksız tarlalar da daha fazla dikkatimizi çekiyor. Çilek tarlalarının yanından geçiyoruz. Ben hayatımda buy kadar büyük tarla görmedim. Ve makineler. Bu tarlaların yanında da bazı bazı satış noktaları var. Çilek satan yerlerden birinde daynamayıp duruyoruz. 

Çilekler lezzetli, hava açtı, keyfimizi daha ne arttırabilir ki diye düşünüyoruz. Karşımıza yol üstündeki bir snraki güzergahımız Santa Barbara çıkıyor. Santa Barbara'yı nasıl anlatsam bilemiyorum. Söyle deneyelim: Bodrum'u alın, cruze turu ile gelenler başta olmak üzere tüm kalabalığı atın. Beyaz renk kalsın. Sokaklar geniş, dükkanlar şık sade olsun. Fiyatları şişirilmiş pahalılık yerine hakkını talep eden lüks olsun her yerde. Ama isterseniz küçük salaş ve acayip keyifli yerler de bulabilin mesela. Sonra deniz yerine okyanus, ve tekne turları yerine balina gözetleme turları koyun sahile. Kaykaylı insanlar da eksik olmayacak tabi. Santa Barbara işte öyle bir yer. Biz sadece yol üstü duraklarından biri haline getirdiğimiz için ğişman olduk. Keşke bir günümüzü daha burada geçirebilseydik diye düşündük. 

Özellikle Betül, kalbinin bir parçasını Santa Barbara'da bıraktıktan sonra yolumuza devam diyoruz. Yalnız bu defa planımızda ufak bir değişiklik yapıyor ve okyanus kenarından ayrılıp biraz içerilere doğru ilerlemeye başlıyoruz. Diğer bloklardan okuduğumuz ve muhakkak görülmesi tavsiye edilen bir başka kasaba planlarımızı değiştiriyor: Solvang. 
Burası 1900'lü yılların başlarında Batı'ya göç eden bir grup Danimarkalı tarafından, kendilerine Meksikalı bir toprak zengini tarafından hediye edilen arazi üzerine kurulmuş bir Danimarka kasabası. Tüm binalar ve sokaklar Danimarka kültürüne gre dizan edilmiş. Harika tasarımı olan bir sürü binası, sevimli sokakları, cıvıl cıvıl insanları olan bir yer burası. Hemen girişinde at çiftlikleri ve güzel atlarla karşılıyor sizi. Ana caddesinde estetik bir yel değirmeni, yine orta çağ mimarisine göre inşa edilmiş kiliseler. Anlatmak zor hakikaten, biraz fotoğraflara bırakalım sözü: 
Amerikanın güzel yanlarından biri de bu. Mazisi göçmenlik üzerine kurulu bir ülke olduğundan, insanların kültürlerini yaşatmaları konusunda büyük bir özgürlükleri var. Chinatown'ların her ne kadar mazide dışlanmaya da dayanan hikayeleri de olsa, ülkenin farklı yerlerinde böyle güzel hikayeleri olan Danimarka, Alman, İtalyan kasabaları veya yerleşkeleri görmeniz mümkün. Solvang o kadar güzel ki, ayrılamıyoruz. Kasabadan çıkmamız akşamı buluyır neredeyse. Lakin yolumuz uzun sırada konaklamak için duraklayacağımız ve rotamızın tam ortasına denk gelen Morro Bay var. Morra Bay, gün içinde gördüğümüz kasabaların içinde en sönük kalanı. Galiba bu yorumda, ucuz olsun bizim olsun diyerek ayarladığımız otelimizin görünüşü de etkili oluyor.

Üçüncü sınıf Amerikan korku filmlerinde neşeli bir grup öğrencinin gelip, teker teker cinayete kurban gitikleri motelleri andırıyor bu yer. Başlangıçta biraz korkutsa da, derin uyku herşeyi unutturuyor. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra hemen otelden çıkıp kasabadan ayrılmadan önce şöyle bir okyanus kıyısına uğruyoruz. Burası aslında küçük bir balıkçı kasabası olarak nitelendirebileceğimiz bir yer. Balıkçı barınağı ile iskele arasında bir yer olarak niteleyebileceğimiz yerin hemen karşısında başı dumanlı bir tepeye ev sahipliği yapan güzel bir ada var. Burayı seyrederken sıklıkla deniz aslanlarının kıyıya yaklaşmasını görüyor ve seslerini dinliyorsunuz.



18 Haziran yolculuğumuzun en önemli uğrak noktası Carmel by the Sea isimli kasaba olacak. Duyduğumuz dillere destan güzelliği ile Solvang'e rakip hatta ondan daha güzel olmasını bekliyoruz. Rotamızı yine okyanus kerarı (Highway 1) olarak ayarlıyoruz. Acelemiz yok. Yolun tanıdını çıkara çıkara ve yol üzerindeki manzara noktalarında dura dura gidiyoruz. Karşımıza çıkan  manzara noktalarından birinde deniz aslanlarının sere serpe yayıldığı bir kıyıyı seyrediyoruz mesela. Bize çok farklı gelse de bu kıyılarda yaşayan insanlar için martı görmek gibi birşey deniz aslanları. Ama bize yine de farklı geliyor ve tadını çıkarıyoruz. Öte yandan, okyanus ile dağ arasına sıkışmış yol da bazen oldukça güzel görüntüler oluşturuyor. 

Uzun yolculuğumuzun ardından nihayet Carmel By the Sea'ye ulaşıyoruz. Burası nasıl bir yer sorusuna herhalde en iyi yanıtı 1910 tarihli bir rapor ile yanıt vermek yeterli olur. Efendim bu rapor diyor ki, o zamanlar yeni yeni kurulan şehirde bukunan evlerin yüzde 60'ı kendini estetik sanatın en güzel örneklerini vermeye adayan ev sahipleri tarafından inşa edilmiş. Şehire o yandan bu yana birçok ünlü aktör, şair ve sanatçı belediye başkanı olarak hizmet vermiş. Clint Eastwood da bunlardan biri. Kasabanın böyle bir geçmişi olunca haliyle gördüğünüz manzara da beklentilerinizi karşılayacak cinsten oluyor. Gotik tarzda ev tasarımlarından aklınızı yerinden çıkaracak fiyatlara sahip sanat galerilerine ev sahipliği yapıyor. Bir küçük not, 2014 rakamlarına göre Carmel By the Sea'de hane başı gelir düzeyi 120.000 Dolar ile Amerikan ortalamasının yaklaşık iki katı.



Carmel By the Sea'nin sokaklarında dolaşırken hoşumuza giden bir başka şey ise "Trukish Art Gallery" isimli dükkana rastlamamız oldu. Hemen içeriye geçip, İstanbul'dan buraya göçüp ticaret yapmaya karar veren hemşerimizle memleket muhabbeti yapıyoruz.


Carmel by the Sea'den ayrıldıktan sonra yapılması gereken şeylerden biri 17 Miles Drive olarak bilinen güzergahı takip etmek. Burası Highway 1'ın ilk zamanlarından kalan, şimdi ise para ödeyerek girdiğiniz, kıvrıla kıvrıla tepeden inen, manzara noktalarına bağlanan, golf sahalarının ve harikulade evlerin yanında geçerek okyanus kıyısında ilerlediğiniz bir güzergah:

17 Miles Drive güzergahını da tamamladıktan sonra Los Angeles ile aramızda sadece Monteray ve Santa Cruz kalıyor. Bu şehirler de aslında güzel sayılabilecek ve fakat Solvang ve Carmel by the Sea'den sonra bize biraz sönük gelen güzel okyanus kasabaları. Bu iki şehir ile o günkü güzerhımızı tamamlıyor ve san Fransisco'da otelimize ulaşıyoruz.  Son olarak ekleyelim, bu güzergahlardan Monteray'de Kaliforniya'nın ilk tiyatro binasını da görüyoruz.


24 Ağustos 2015 Pazartesi

Kamera, Kayıt ve Motor: Los Angeles.

Derler ki, filmini çekmeye başlayıncaya kadar Hollywood, Vietnam Savaşı'nın varlığından haberdar değilmiş. Kimine göre sinemayı sanat yapan, kimine göre ise Amerikan politikasının "imaj maker"ı olan Hollywood'u tepelerine kazımış bir şehir Los Angeles. Renkli ve neşeli insanları, bohem sokakları ile biraz vurdumduymaz bir tarza sahip. Bu şehir, kamera vasıtasıyla gerçekliği  kendine göre bükme sanatını herkesten önce keşfetmiş. Çok sonradan elimize geçen kameralarla, Facebook ve Instagram'da yarattığımız dertten tasadan uzak cıvıl cıvıl dünyaların insanları olarak hepimize bıyık altından gülüyormuş gibi bir havası var.





15 Haziran sabahı erkenden Meksika sınırındaki otelimize veda edip yollara düşüyoruz yine. San Diego - Los Angeles arası iki buçuk saat. Biz daha sakin bir sürüş ve güneşin de keyfini çıkararak  üç saate tamamlıyoruz. Otel konusunda yine Best Western'den vazgeçmiyoruz. Bu defa kalacağımız otel Best Western Burbank Airport Inn. Los Angeles'ın biraz kuzeyinde, araba ile Santa Monica sahiline yarım saati biraz aşkın uzaklıkta. Eğer ulaşımda arabayı kullanıyor iseniz fiyat performans analizi başarılı bir otel. Bu arada belirtmeden geçmeyelim, Los Angeles hakkında otel araştırması yaparken sizi şaşırtabilecek şeyler de okuyorsunuz internette. Mesela bir çok sitede turist olarak geldiğinizde asla bulaşmamanız gereken semtlerden bahsediliyor. Bunlardan bir çoğu şehrin güneyinde olan semtler. Bu kaygının nedenini şehri ziyaretinizde anlayabiliyorsunuz. Los Angeles Amerika'daki evsiz nüfusunun önemli bir kısmına ev sahipliği yapıyor. Bunda şüphesiz ülkenin geri kalan kısmına göre daha elverişli iklim koşullarının olmasının payı büyük. Şehir merkezinde ya da Santa Monica'da her biri birer battaniye ile sahilde, yol kenarlarında yatan sayısız evsiz var. Siz elinizdeki içeceği çöpe attıktan sonra çöpten onu çıkaran genç, yaşlı onlarca insan... Farklı rakamlara rastlamak mümkün olsa da Amerika genelinde 800 bin civarında evsiz insan olduğundan bahsediliyor. Bunların kabaca %20'lik kesimi Kaliforniya'da yaşıyormuş. Kaliforniya başkaca ilginç verilere de sahip. Amerika'da marihuana kullanımını ilk yasallaştıran eyalet burası. Bunu iyi kötü değerlendirmesi yapmadan söylüyorum, sadece sokaklarda oldukça yaygın kokunun adını koyabilmek adına belirtiyorum. 2003'ten sonra iki dönem valilik yapan Terminatör'ü de belirtmeden geçmemek lazım elbet.  

Biz Los Angeles'a geri dönelim. Otelin giriş saati öğleden sonra 2 ve kuzeydeki otele gelmeden önce yolumuzun üstünde meşhur Hollywood işaretini görebileceğimiz bir durak var, önce ona uğrayalım istiyoruz. Malum, bir turist iseniz Hollywood yazısını görmeden ve onunla fotoğraf çektirmeden Los Angeles'tan ayrılamazsınız, yasak. Bunun için bir kaç alternatif var ama en yaygını aslında bir gözlemevi / rasathanenin de yer aldığı Griffith Observatory. Burası şehre hakim bir tepe üzerinde yer alıyor ve buradan hem şehri kuşbakışı seyredebiliyor hem de Los Angeles'ın tepelerine yerleştirilen meşhur Hollywood yazısını (Hollywood Sign) görebiliyorsunuz. 


Dediğimiz gibi bu tepe hem şehre hem de yazılara hakim bir tepe ama Hollywood yazısının çektirdiğiniz fotoğraflarda sizinle beraber çok net çıkması için uygun bir yer değil. Çıplak gözle oldukça net görebilmenize rağmen fotoğraflarda yakınlaştırmanız gerekiyor ve bu da haliyle fotoğrafın çözünürlüğünü etkiliyor. Eğer isterseniz arabanızı buraya park edip yazıyı daha net görebileceğiniz tepelere yürümeniz mümkün. Ama biz şahsen o sıcak havada bir yazı uğruna dağ tepe yürüme modunda değildik. Hatta otobüslerle seferler bile gerçekleştiriliyordu sanırım bir yerlere ama biz pek oralı olmadık.  Onun yerine bulunduğumuz tepeden fotoğraf çekmekle yetindik. Eğer ziyaret etmek isterseniz aklınızda bulunsun. Şehre kuş bakısı göz atmak ve Hollywood yazısı fotoğraflamak dışında burada yapacak fazlaca birşey yok. Ama biz Grand Kanyon'da başlattığımız alışkanlığımıza burada da devam ettirdik. Burası da çekirdek çitlemek için güzel bir yer. Gelirken yanınızda bulundurun derim.  
                 
                     

Otele gitmek için ayrılıp bulunduğumuz tepeden aşağı doğru inerken yeniden fark ediyoruz: İnanılmaz güzel bir yoldan geçiyoruz. Sağda solda ev demeye dilimizin varmadığı malikaneler var. Sonradan öğreniyoruz, Madonna'nın evinin de bulunduğu bir semt imiş burası.

Nihayet otele geliyoruz. Otele gelirken biraz ilginç yollardan geçiyoruz, hani kötü demeye diliniz varmaz ama böyle arabanın içinde bir sessizlik olur ya, işte biraz öyle oluyor ama otelin bulunduğu caddeye gelince bu hava dağılıyor. Otelde park için arabanın anahtarını vermek durumunda olmamız haricinde (park yeri küçük ve arabaları arka arkaya koyuyorsunuz) herşey güzel. Otelde fazla vakit harcamadan çıkıyoruz. Çünkü arkadaşlarımızla buluşmak için Santa Monica'ya gidecek ama öncesinde de dünya gözüyle bir Beverly Hills'i görmeye çalışacağız.

İlk durağımız Beverly Hills. Burayı tanımlama çabasına girsem mi, bilemiyorum. Zengin veya lüks biraz cılız kalıyor tanımlamak için, bolca pekiştirme sıfatına ihtiyaç  var. O nedenle fazla üzerinde durmadan, zenginliğin tüyünün dikildiği semt olarak tanımlamak isterim ben burayı. Para kazanmak bazıları için o kadar da büyütülecek bir mesele değil dünyada, bunu görüyorsunuz. İsterseniz yazının başındaki evsizler ile buradaki lüksü birleştirip Thomas Piketty'e bağlayabiliriz, ama bu yazıda yapmayalım. Etraf ünlülerin evi dolu. Ev dediğim de işte etrafı surlarla çevrili mekanlar. Çok fazla heves etmeyelim, canımız çekmesin diye "fotoğraf çekmeyin" uyarilari da asmislar duvarlara. Navigasyon aletimiz Micheal Jackson ve Marlon Brando'nun evinin önünde olduğumuzu söylüyor ama biz yüksek duvarlar haricinde pek birşey göremiyoruz. Lüks dükkan ve restoranlar bir yana etrafında dolaştığımız evler ve sokakların görünümü şöyle:


Bu lüks semtte biz de gerçekliği kendimize göre bükme hevesine kapılıyor ve geçici "lüksümtrak" arabamız ile "sanki biz de çok zenginmişiz" pozu veriyoruz. 

Beverly Hills'teki kısa turumuzun ardından Santa Monica'ya doğru yol alıyoruz. Santa Monica her ne kadar Los Angeles'ın uzantısı gibi görünse de buraya 15 dakika uzaklıkta ayrı bir şehir. Şehrin hemen göbeğinde yer alan uzun güzel plajı ve 3rd Street'i ile meşhur bir yer. Bir sahil şehri olmasına karşın Los Angeles'a göre daha da ucuz üstelik. Bunu hemen park yerinden anlıyorsunuz. Sahile iki paralel sokakta yer alan çok katlı otoparka (Parking structure 6) arabamızı 5 saatten daha fazla süre ile bırakıp 10 doların da altında bir para ödüyoruz. Sahile vardığınızda ilk dikkatinizi çeken kocaman bir cadde, bu caddenin hemen ilerisinde upuzun kumsal ve kumsalın kenarında yer alan rengarenk bir iskele oluyor. Ve tabii ki evsizler. Hava çok güzel ama akşama doğru biraz serin, hiç öyle deniz sıcağı yok, hatta ince bir monta bile ihtiyaç duyuyorsunuz. Burada arkadaşlarımız Çağlar ve Nesrin ile buluşuyor, biraz dolaşıp, birşeyler yedikten sonra güneşi Santa Monica sahilinde batırıyoruz.


 Santa Monica neşeli güzel sokakları, onlarca mutfaktan yüzlerce yemek alternatifi olan klasik güzel bir sahil şehri. Ama benim, daha önce San Diego'da Coronado adasında da dikkatimi çeken şeyi burada yeniden belirmek istiyorum. Şehrin göbeğinde, hiçbir otele, restorana belediye işletmesine parsellenmemiş upuzun bir sahil var. Arabanı park et, yürü ve denize gir. Göcekte, Bodrum'da şurada burada ödediğimiz plaja giriş paraları ve bizden çalınan denizler geliyor aklıma, samimi olarak üzülüyorum. Kaldı ki, Amerikan batı sahilleri ne kadar güzel olursa olsunlar yüzme keyfi bakımından bir Akdeniz, Ege değiller. Halk plajı bizde maalesef düşük tüketim malı. Bunu da sürekli tacizlerle, rahatsız edilen kadinlarla meşrulaştırmak gibi bir sarmalın içine giriyoruz. Neyse, içimi döktüm, bu kadar yeter. Santa Monica sahilinde, yukarıdaki resimlerde de gördüğünüz güzel bir iskele var. Gece kalabalık, ışıl ışıl. Lunaparkı da var. Akşamları ziyaret edilesi bir yer.
Santa Monica'da denilince bahsetmeden geçemeyeceğimiz son bir şey de Route 66. Route 66 1923 yılında yapımı tamamlanan ve "Amerika'nın Ana Caddesi" olarak bilinen yaklaşık 4000 km uzunluğunda bir otoyol. Chicago'da başlayan ve sadece okyanusu gördüğü yerde duran bir yol. Yolun sonundaki yer Santa Monica. Bu yol Amerika'da şarkılardan filmlere kadar bohem yolculukların, kaçışların işlendiği yol olmuş. Bizdeki "güneye yerleşmenin" Amerikancası da diyebiliriz. O nedenle Santa Monica'ya geldiğinizde bu tabelanın altında Betül'ün yaptığı gibi poz vermeniz şart.

 
Santa Monica'dan geç bir saatte ancak ayrılabiliyoruz. Issız yollarımızdan geçerek otelimize gidiyor ve ertesi gün için güç depoluyoruz. Klasik tabir ile dünya sinemasının kalbinin attığı yere, Los Angeles'taki Universal Studios'a gidiyoruz.

Amerika eğlencenin ciddi bir sektör olarak kabul gördüğü bir yer ve insanlar hem iş hem de hobi olarak eğlenmeyi ciddiye alıyorlar. Universal Studios bu işin ciddi ciddi kurumsallaştığı noktalardan biri. Hala aktif olarak kullanılan film stüdyoları ile tema parklarının olduğu bir yer. 1915 yılında sadece film çekimlerinde kullanılacak alanlar yaratma fikri ile başlamış bu iş. Kurucusu olan muhterem filmerin nasıl çekildiğini merak eden vatandaşları gelip ziyaret etmeleri için davet edermiş. O zamanlar buraya giriş ücreti olan 0.05 doların içine bir öğle yemeği kutusu da dahilmiş. Tabii bölge hep tarım arazisi (dutluk) olduğu için stüdyo görmeye gelenler mutfak alışverişlerini de yapar evlerine öyle giderlermiş. Şimdi giriş ücretinden tutun içindeki şovlara kadar herşey bambaşka elbet. O eski samimiyet kalmamış azizim!! Eğlencenin başkenti mottosu hakim şimdi. Amerika'da Florida ve Orlando'da da var bu stüdyolardan.


Park tüm gününüzü ayırmanızı gerektiren büyüklükte bir yer. Burada bulunan aktiviteleri ikiye ayırmak mümkün: stüdyo turları ve ünlü filmler temalı 3-4-5 belki de 6 boyutlu roller coasterlar. Meraklısı için Mumya, Transformers, Despicable Me, Simpsons, Shrek gibi filmleri animasyonları ve roller coasterları oldukça eğlenceli.  Burada kullanılan boyut ve görüntü teknolojisi ileride sinema filmlerinin nelere evrilebileceği konusunda bir fikir veriyor. Ama ben şahsen filmlerin çekildiği mekanlara ilişkin turları daha çok sevdim. Mesela aşağıdaki görüntüler çoçukluğumuzda bin kere seyrettiğimiz Jaws'ın çekildiği stüdyoya ait görüntüler. Kullanılan mekan, tekne, göle çekilip kaybolan dalgıç ve Jaws benim oldukça hoşuma gitti. Filmin sahneleri gözümün önünde canlandı resmen.




Aşağıdaki videoda ise yine turda karşımıza çıkan sel baskınına ililşkin görüntüler var:


Turun bir noktasında ise içinde dolaştığımız trenin camları tamamen üç boyutlu ekranlarla kaplanıyor ve King Kong bizi dinazorlara karşı savunuyor. Ben bunu çok sevdim. Aşağıdaki video benim bir kaydım değil ama yine de gösteriyi sizinle paylaşmak istedim:


Back to the Future arabası. Hastasıydık vaktiyle. 


Bunlar da turlardan ve parkın gece görünümünden bazı fotoğraflar: 


Gelelim benim tüm bu curcuna içinde en sevdiğim gösteriye. Eski TRT spikerlerinin deyimiyle söyleyecek olursak, "Aynı isimli filmden sahneye uyarlanan Waterworld isimli oyun/gösteri" benim Universal Studios'tan kesinlikle aklımda kalacak olan tek şey diyebilirim. Gösteriyi en gelişmiş efektlerin kullanıldığı bir tiyatro oyunu olarak da nitelendirebiliriz. Gün içinde gittiğimde tekrar seyretmeyi kafama koymuştum. Bu nedenle kapanışı da aynı oyunla yaptık ve üşenmeden sizin için gösteriyi çekip kısa bir film haline de getirdim.


İlk oyunun sonunda oyuncularla fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik tabi. Yalnız aşağıdaki ikinci fotoğrafta gördüğünüz üzere ben biraz Hollywood etkisine kaptırıp kendimi artistlik pozlar vermeye falan başlamışım. Hal böyle olunca sanki oyuncu benle fotoğraf çektiriyormuş gibi komik bir durum çıkmış.



Universal Studios'dan çıkmamız akşam saatlerini buluyor. ertesi gün kuzeye doğru yola çıkacağız, dolayısıyla şehirde geçirdiğimiz son akşamdayız. Hal böyle olunca son akşamda Los Angeles gezisinde gidilmesi farz olan Hollywod Bulvarına gitmeye karar veriyoruz. Bu cadde baştan sona 15 dakika içinde yürüyebilieceğiniz ama bir cadde nasıl meşhur edilir sorusunun yanıtını da içinde taşıyan bir cadde. Walk of Fame denilen ve sinema, televizyon ve radyo alanında dünya çapında ün kazanmış kişilerin isimlerinin yıldızlar içinde yazıldığı kaldırımlar bu caddede. Tabi bundan daha önemlisi Oscar ödül törenlerinin gerçekleştirildiği eski-yeni tiyatrolar da var. Ama benim o akşama dair unutamadığım şeylerin başında ne Walk of Fame, ne Dolby ne de Chinese Theater var. Benim için unutulmaz olan kiraladığım Camaro'yu park ederken ön tamponu park yerinde bulunan demire takmam sonucunda çıkan sesti. O ses, üstüne panikle arabayı geri çekerken bir seylerin kopma sesi, ABD'deki yetkili servis ücretleri, araba kiralamadaki soğuk ve donuk bakışlı teyzenin çatık kaşları, dolar kuru, FED'in faiz arttırım kararları... Neler neler geçti gözümün önünden. Resmen dünyanın en korkunç kısa filmini çektim o on saniye içinde. Allahtan hasar tahmin ettiğim kadar ciddi boyutlarda olmadı, sadece kaportanın altında bulunan plastik aksamda tamir edilebilir bir hasar tespit ettim ve onu da daha sonra Türk usulü yöntemlerle hallettim.

Walk of Fame dedikleri, büyük şehir standartları içinde herhangi bir iddiası bulunmayan bir cadde kaldırımları üzerine yıldızlar içine ünlü isim yazmaları. O nedenle başları öne eğik biçimde bir turist gürühu var sokakta: Ünlülerin üstüne basmadan yürümeye çalışan insan toplulukları. Biz açıkçası bir kaç fotoğraf çekmenin dışında çok delisi olmuyoruz bu ortamın. Sadece bizden de Tarkan'ın da ismi varmış iddiası bir ara heyecan yaratıyor ama o da çok kalıcı olmuyor. Bakınıyor ama göremiyoruz. Biraz dolandıktan sonra neymiş bakalım bu Cnbc'lerde seyrettiğimiz Oscar törenlerine ev sahipliği yapan mekanlar diyor o tarafa doğru yöneliyoruz.Hemen söyleyelim Dolby Theater ve Chinese Theater beklediğiniz kadar ihtişamlı mekanlar olmayabilir. Zaten güçleri mimari özelliklerinden gelmiyor ne de olsa. Chinese Theater'ın önünde gerek ünlülerin ve gerekse ünsüz insanların el ayak izlerinin yer alığı beton bloklar ayrı bir ilginç olmuş. Caddede hemen bu tiyatroların yanında vitrininde Marilyn Monroe'nun yer aldığı bir Madam Tousseau müzesi de bulunuyor.  



Bu ünlü caddeyi de gezdikten sonra Los Angeles gezimizi tamamlamış oluyoruz. Herşeyi sinema etrafında dönen bu şehri sevmiş vaziyette ayrılıyoruz buradan. İstikamet kuzey, San Fransisco'ya gidecek ama öncesinde yol üstünde ilginç mekanlar keşfetmeye çalışacağız.

      

5 Ağustos 2015 Çarşamba

MEKSİKA SINIRININ ŞANSLI TARAFI: SAN DIEGO

Zamanımızın genel kabul gören kurallarından biri herkesin doğusundakini hakir görmesi, batısındakine özenmesidir. Bu durum sadece bizim gibi herşeyin "orta" yerinde kalan ülke insanları için değil, Amerikalılar için de geçerli. Burada da makbul olan Batı'ya gitmek. Ta ki Kaliforniya'ya varıncaya dek. Kaliforniya Batı'nın da Batısı, hayalin gerçek olduğu yer. Bu hayalin en güneyindeki şehir San Diego. San Diego'da olmak cenette oturup arafta kalanları seyretmek gibi bir şey. Kaybedince bile kazanan insanlarla, kaybetmeye mahkum olanları ayıran Meksika sınırının şanslı yakasına düşmüş bir Akdeniz şehri gibi burası.     




Meksika Sınırı diye bir program vardı ara ara seyrettiğim, konuşulanlara çoğu zaman, adına ise hiçbir zaman anlam veremediğim. Meksika'nın hemen dibinde yer alan San Diego'ya giderken yeniden aklıma takıldı bu isim. Mehmet Efe'nin bir şiirinin başlığı imiş meğer. 2000 yılında San Diego'da iken yazmış: "Hep bir Meksika sınırım olsun isterdim / Alamancı komşumuzun siyah beyaz TVsinde / Kovboylar hep Meksika sınırına giderlerdi / Kimse dokunamazdı sınırı geçtiler mi..." dizeleri ile başlayan bir şiir. Meksika sınırının çift yönlülüğünü anlatıyor: Kazanmak için gelenlerle, kaybettiğinde kaçanların ortak çizgisi. 

13 Haziran günü, Grand Kanyon'dan yola çıktığımızda birkaç nedenden dolayı daha farklı bir heyecan vardı içimde. Amerika'ya geldim geleli herkesin ağız birlği etmişcesine övdüğü Kaliforniya'ya gidiyor olmak bu nedenlerden ilkiydi. İkincisi ( ve sanırım içten içe daha çok heyecanlandıran) ise şansımın yaver gitmesi ile kiralayabildiğim Camarro ile çöl geçecek olmamdı. 9 saate yaklaşan yolculuğumuzun yaklaşık üçüncü saatinde navigasyonumuzun azizliğine uğradık. Zira çölün orta yerinde bir yerlerde T-Mobile çekmemeye başlayınca Google Maps, "internet yoksa ben de yokum" diyerek yol tarif etmeyi bıraktı ve çölün ortasında bir yerlerde bölünmüş bir yolda bulduk kendimizi. Aman yarabbim ne kadar da heyecanlı.. Değil tabii ki, Google ve internete güven olmaz diye önceden düşündüğümden, telefonumun internete ihtiyaç duymayan navigasyonunu açıp yola devam ettim (Tişikkirler Samsung). Hatta bu krizi bir eğlenceye bile çevirmeyi başarmıştım. Çünkü altınızda 580 beygir gücünde bir araba varken çölde bölünmüş yolda araba sollamak ayrı bir heyecan. Çölde seyir halinde iken bir ara benzin göstergesinin yarım depodan aşağı düşmesi ve civarda pek bir bina görememek biraz korkutmadı değil ama nihayetinde kazasız atlatıyoruz çöl yolculuğumuzu ve sihirli tabelayı görüyoruz: Kaliforniya'ya Hoşgeldiniz! 

Çöl ve bölünmüş yol.

Pek bi afili arabamız. Altı üstü iki üç saat yol gittikten sonra pompada yazan rakamlara korku ile bakmam arabaya dair birşeyler anlatıyor sanırım.

Hayatım boyunca unutamayacağım bir yolculuk deneyiminden sonra akşam saatlerinde varıyoruz San Diego'ya. Kaldığımız otel, Best Western Plus. San Diego'nun güneyindeki Chuala Vista bölgesinde. Meksika yarım saat mesafede. Çalışanlar, yoldan geçenler, herkes ama herkes Meksikalı burada. Yüksek tonlarda, konuşmalarına eşlik eden abartılı el kol hareketleri ile bana sempatik gelen insanlar. Konakladığımız yer San Diego merkeze biraz uzak ama araba olduğundan ve her fırsatta ben araba sürmek istediğimden bunu pek dert etmiyoruz. Zaten Kaliforniya'da tüm şehirler olduğu gibi San Diego da pahalı bir şehir. Şöyle söyleyeyim, Amerika'nın doğusunda benzinin galonu 2.80 dolar iken burada 4.80'leri gördüm. Otel fiyatları da bununla paralel. O nedenle bu bölgedeki oteller nispeten ucuz. Best Western zinciri de temizlik ve oda standartları bakımından ihtiyaçları karşılayan bir zincir. Üç gün konakladığımız bu oteli biz şahsen sevdik. 

Valizleri otele atıp, yorgunluğumuza bakmadan hemen gezelim derdine düştük ilk akşamdan. Bir yandan da açız. Amerika seyahatinde vazgeçilmez iki adresimizden biri olan Olive Garden'da birşeyler yedikten sonra şehrin merkezinde USS Midway savaş gemisi müzesinin tam karşısındaki Tuna Harbor Park'a doğru yol aldık. Saat 10'a yaklaşıyordu ama burası pek bi ıssız geldi bize. Denizden esen serin bir rüzgar var. Başlangıçta biraz tedirgin olsak da biraz sonra insanlar doldurdu her yeri. Rahat ve neşeli insanlar. Sessizlik dağılıyor hemen ama serin hava gitmiyor. Bu dönemde (aylardan Haziran) Pasifik kıyıları biraz bulutlu ve akşamları az buçuk serin oluyormuş bunu öğreniyoruz.   

Bulunduğumuz yerde San Diego'nun en bariz özelliğini hemen anlıyoruz. Burası bir donanma şehri. Şehrin merkezinde kocaman bir savaş gemisi müzesi (USS Midway) ve tam karşı adada demirlemiş devasa dört adet nükleer savaş gemisi var. Televizyona verdiği reklamlarla sanki bir ordu değil de pahalı aletlerle macera peşinde koşan çılgın parti şirketi izlenimi veren Amerikan Ordusunun donanması burada konuşlanmış. İlk gece ziyaret ettiğimiz Tuna Harbor Park da savaş ile ilgili iki önemli heykele ev sahipliiği yapıyor. İlki, İkinci Dünya Savaşı'na ilişkin birçok filmde gördüğümüz, Bir Amerikan askeri ile bir kadının öpüşerek savaşın bitişini kutladığı sahnenin canlandırıldığı devasa bir heykel. Bu heykelin hemen arkasında ihtişamlı USS Midway bulunuyor. Diğeri ise İkinci Dünya Savaşından Körfez Harbine kadar Amerikan ordusunda meddahlık yaparak askerlere moral veren Bob Hope adında zamanın meshur bir şovmenin gösterisini canlandıran bir anıt. Fonda eski bir bant kaydı, sesler, gülüşmeler... 

Unconditional Surrender, Bob Hope ve gece gece San Diego 
Ertesi gün erkenden uyanıyoruz. Şehirde onu mu yapsak bunu yapsak diye hiç düşünmeden ve yaşımıza bakmadan Sea World'ün yolunu tutuyoruz. Bir tema park. Katil balinalar, köpek balıkları, yunuslar, kutup ayıları ve hız trenleri (roller coaster)... Çocuklar ile vakit geçirmek için ideal bir yer yorumlarına falan hiç aldırmayın, Küçüklüğünde Jaws seyredip korkmuş, Özgür Willy seyredip heyecanlanmış bir neslin evlatları olarak burası sizin yeriniz. 

Kısaca bilgi verecek olursak: Burası Amerika'nın en büyük tema parklarından biri ve içinde deniz canlılarına ilişkin aklınıza gelebilecek ne varsa hepsini görme şansınız oluyor. Biletleri (giriş biletleri ve araç için park bileti) ziyaret öncesinde internetten almak şart. Alacağınız standart bir bileti genellikle yaz döneminde herhangi bir günde kullanabiliyorsunuz, böylelikle planlama konusunda esneklik sağlıyor. İnternetten alınca hem cüzi de olsa bir indirim sağlayabiliyorsunuz. Dikkat edilecek bir başka nokta mümkün oldukça erken gitmek. Biz mesela saat 9 gibi orada olmamıza rağmen otoparkın yarısından fazlası doluydu. Park oldukça geniş, görülecek çok şey var. Biz koştura koştura bir günde ancak bitirebiliyoruz tamamını. Peki parkta neler var? Dediğim gibi suda yaşayan ne varsa görmeniz mümkün. Bunun yanısıra hız trenleri (roller coaster) ve hızlı trenlerin sulu versiyonları (water coaster) da oldukça eğlenceli. Ama genel olarak parkın amiral gemisi katil balinaların yaptığı şovlar. Parkta her bir şov belli saatlerde yapıldığı için hiçbirini kaçırmamak adına zamanlamayı iyi yapmanız şart. Bunun için erken gidip hemen girişte dağıtılan  park programı üzerinde iyi bir planlama yapmak şart. Aşağıdaki fotoğraflarda balinaların hem tanıtım seansından hem de şovlarından bazı fotoğraflar yer alıyor. 

Katil Balina mı? Ne saçma bi isim. 
Katil balinaları ağzımız açık seyrettik. Atlayıp zıplamanın yanısıra kuyrukları ile suya vurup ön sıralardaki baya bir insanı ıslatmaktan da keyif alıyorlar. Bu nedenle eğer ıslanmak istemiyorsanız "soak zone" dedikleri ön sıralarda oturmamanız gerekir. Ve tabi yunuslar var. Benim kişisel favorilerim:  


Yaptıkları şov bitse de arka alanda kendilerine ayrılan bölümde yüzerlerken bile size pas atan canlılar bunlar. Pas atan derken kelimenin gerçek anlamıyla kullanıyorum çünkü oynadıkları plastik topu havuzdan dışarı atıp sizinle oyun oynuyorlar. 


Bir de köpek balıkları var. İçinden cam bir tünelle geçtiğiniz havuzlarında yüzerken tam tepenize gelip size dişlerini gösteriyorlar. Dişlerini görünce Pasifik'te yüzmek fikrinden soğuyorum. 


Parkın bu yıldızları haricinde pelikandan beyaz balinalara ve kutup ayılarına kadar birçok hayvan daha var parkta. Genellikle cam havuzlarda olduklarından, suyun üstünden olduğu kadar suyun altındaki hallerini de gözlemleyebiliyorsunuz.  


Parktaki hayvanlar haricindeki eğlencelere gelince. İki tane hızlı tren var. Bunlardan Manta beni rahatsız edecek derecede hızlıydı. Aşırı hız ve ani hareketlerden deli gibi zevk alan biri değilseniz ben pek tavsiye etmem. Onun yerine aşağıda son bölümünün videosuna da yer verdiğim Atlantis'e Yolculuk'u tavsiye ederim. Bir de, eğer çok sıcak bunaltıcı bir havada gelmediyseniz kesinlikle yapmamanız, arkanızı dönüp kaçmanız gereken bir şey var: Shipwreck Rapids denilen ve yapay bir nehirde yapılan bir rafting. Keyifli keyifli gderken birden yapay bir şelalenin altına giriyorsunuz ve resmen ahmak gibi tepeden tırnağa ıslanıyorsunuz. Ama bu eğlenceli bir ıslanmak olmuyor. Bildiğiniz sudan çıkmış balık misali. Çıkınca nedenini anlıyorsunuz. 90 dolara satılan havlular, 80 dolara kapişonlular falan. Çok sinirlendiren birşey. Hava da öyle çok sıcak bir hava değildi. Özellikle Betül için biz biraz tedirgin olduk ama yine çıkışta yer alan ve 6 dolar karşılığında 15 dakika sıcak hava üfleyen odalarda biraz kurumaya çalıştık. Allahtan güneş yardımımıza yetişti.  Son olarak günü Bayside Skyride denilen ve sizi körfez üzerinde  teleferik ile dolaştıran turla tamamlayabilirsiniz. Biz öyle yaptık ve San Diego'ya tepeden bakıp bu günü de bitirdik. 


Bitirmesine bitirdik de, bir kurt düştü içimize. Hevesimizi alıktan sonra vicdana mı gelmiştik? Ama ya bu hayvanlar sirkte işkence gören hayvanlarla aynı kaderi paylaşan hayvanlarsa ve biz de para vererek onların işkencelerine ortak olduysak? Sea World'e bakılırsa onlar deniz canlılarının kurtarılmasından, soylarının devam ettirilmesine kadar türlü çalışma ve başarılara imza atmışlar. Burası da o çalışmaların uzantısı imiş. O kadar eğlendikten sonra araştırmaya elim varmadı. Olur da gelmeye niyetlenir iseniz ve böyle bir hassasiyetten çekiniyorsanız önceden araştırın derim. Ama sonuç kötü ise bana söylemeyin. 

Ertesi gün San Diego'daki üçüncü ve son günümüz. Ajandamız sıkışık. Önce USS Midway'i gezeceğiz, ardından Old Town'a uğrayacağız ve nihayet San Diego'ya upuzun çirkin bir köprü ile bağlı olan Coronado'ya geçeceğiz. Hatta benim denize girmek niyetim bile var.

Dediğimiz gibi San Diego Amerikan donanmasının merkezi. Bu nedenle bir daha savaş gemisi görme şansımız fazla olmaz diyerek şehrin merkezinde yer alan USS Midway müzesini gezelim dedik. Bu 1945 ile 1992 yılları arasında Amerikan donanmasında en uzun süre hizmet vermiş bir savaş gemisi. Devasa bir şey. Şimdi karşı adada konuşlu son model nükleer savaş gemilerinin karşısında eski anılarını ziyaretçilere anlatan emekli genereal modunda duruyor. İçinde aklınıza gelebilecek her askeri zımbırtı var. Manzarası güzel. Bir de 1992 yılında kullandığı navigasyon cihazını özellikle belirtmek isterim. Son modelmiş o zaman. Tüplü televizyon büyüklüğünde ve okyanusun ortasında %15 doğruluk payı ile konum bildiriyormuş. 


Müzede iki şeyle özellikle ilgileniyoruz. F-16 similasyonu ve ikinci dünya savaşı gazisi bir Amerikan askeri. F-16 kokpitinin içine geçip Betül ile kumandayı elimize alıyoruz. Düşman uçaklarını pek vuramıyoruz ama yaptığımız it dalaşı ve ucak başaşağı iken aldığımız yol midelerimizi sarsmaya yetiyor. Ama inanılmaz eğlenceli birşeydi. Gelelim gaziye... İkinci dünya savaşı esnasında atom bombasının geliştirilmesi çalışmalarına bir fizik öğrencisi/asker olarak katılmış. Dilimin ucuna bazı şeyler geliyor sormak için, yutuyorum. Türk olduğumu üzerimdeki bayraktan anlıyor ve muhabbeti kendisi ilerletiyor. Konu Küba krizi ve Türkiye'ye yerleştirilen füzelere kadar geliyor bir ara. Sıra uzun, bekleyeni çok olunca fotoğraf çekip ayrılıyoruz. Bir de Amerika'da askeri gösterilen hürmet ve hayranlık inanılmaz boyutlarda. Roma'nın lejyonları muamelesi görüyorlar.


Müze gezisinin ardından koştura koştura Old Town'a gidiyoruz. Arabayı park ederken nasıl tedirginim her daim anlatamam. Nihayet Betül cırlayınca artık arabayı bırakıyorum bir yere. Old Town Betül'ün favori mekanı San Diego'da, yüzünde tebessümle dolaşıyor. Bana sorarsanız Ankara'daki Hamamönü burası. Koskoca bir mahalleyi 1800'lü hali ile yeniden inşa etmişler. 


1850'de ABD-Meksika savaşı sonrasında ABD'ye satılan San Diego'nun alabildiğine hispanik geçmişini Old Town'da görmeniz mümkün. Postaneden, 1800'lerin restoranlarına, geleneksel şekerler yapan dükkanlardan Wells and Fargo'nun at arabalarına kadar birçok şeyi görmek mümkün burada. Aynı zamanda burası güzel Meksika yemekleri yemek ve içkileri içmek için ideal bir yer. 




San Diego'daki Hamamönü gezimizi bitirdikten sonra, Coronado adasına doğru yol alıyoruz. Yukarıda da belirttiğim gibi burası upuzun ve bana göre çirkin bir köprü ile San Diego'ya baplanmış bir ada. Okyanusun kıyısında bir Alaçatı havası var. Muhteşem otelleri ve onlardan daha muhteşem plajı ile meşhur. Önce araba ile biraz dolaşıyoruz bu adada. Burası sürekli yazlık havasının egemen olduğu bir yer. Sokaklar cıvıl cıvıl. Sahile yakın bir noktada yol üstünde arabayı park edip, adanın meşhur oteli olan Hotel Del Coronado'ya gidiyoruz. Burası 1800'lerde yapılan içi dışı ahşap egzotik bir hotel. Coronada plajının hemen dibinde. Söylemeye gerek var mı bilmem, lüksün dibi. Gecelik konaklaması (oda artı kahvaltı) 599 USD + KDV. Belki kalmak isteyen olur aklınızda bulunsun :) 



Ve gelelim plaja... Otelin yanında ama kesinlikle hiçbir otelin mülkiyetinde olmayan, girişinden para alınmayan, en yakın otelin epey geride olduğu, gözünüze kumsal ve denizden başka hiçbir şeyin takılmadığı kilometrelerce uzunluğunda bir halk plajı. Kaliforniya'da dikkatinizi çeken önemli bir şey bu. Nerede güzel bir plaj varsa kesinlikle halkın kullanımına açık, istila edilmemiş plajlar. Oteller tarafından işgal edilmeyen plajlarda insanlar tacize urarım derdi olmadan okyanusa girmenin tadını çıkarıyorlar. Tabi biz hariç. Neden? Çünkü hava 20 - 25 derece ama su bildiğiniz buz. Ne kada güzel olursa olsun burası, bir Akdeniz insanı olarak bu kadar soğuk suda denize girmem imkansız. Plaja dair son bir not. Buranın ilerisinde donanmaya ait savaş uçaklarının inip kalktığı bir pist var. Bu nedenle siz plajda denizin tadını çıkarırken tepenizden pilotun yüzünü seçebileceğiniz yükseklikten savaş uçakları geçebilir.

Plaj güzel ama su buz gibi. Okyanus sıcaklığı Akdeniz'e alışkın bizler için uygun değil. Sadece ayak sokabiliyoruz. 

Coronado'da denize girme hayalimiz suya düştükten sonra son gecemizi geçirmek için yeniden San Diego'ya dönüyoruz. Akşam vakti muhakkak görmeniz gereken bir yere doğru gidiyoruz: Sea Port Village. Burası şehrin merkezinde deniz kenarındaki eskli bir balıkçı barınağının yanına inşa edilmiş küçük alışveriş dükkanları ve restaurantların blunduğu hoş bir yer. Akşam ışıklandırması ile daha tatlı oluyor. Yiyecek ve içeceklerinizi alıp okyanusa nazır masalara oturmanızı tavsiye ederim. Denize nazır birşeyler içmeyi özlemişiz, bunu fark ediyoruz.


Sea Port Village'dan sonra şehrin gece hayatının olduğu kımıl kımıl downtown bölgesine doğru yol alıyoruz. Burası iki yanı barlar ve restaurantlar ile dolu üç dört kilometre uzunluğunda bir sokak. Oldukça kalabalık. Eğer gezmekten bitap düşmemişseniz gece takılabileceğiniz güzel bir yer. Biz de geceyi burada noktalıyor ve San Diego'ya veda ediyoruz. 

Ertesi sabah otelden çıkıp, gitmediğimiz Balboa Park'ın içini arabayla şöyle bir dolaşıyoruz. Burada oldukça büyük bir hayvant bahçesi de var ama hayvan görmek istemiyoruz artık. Bu kadar yeter diyip, Los Angeles istikametine doğru kırıyoruz direksiyonu. Meksika sınırı ile aramızdaki mesafeyi açıyoruz. San Diego Akdeniz özlemimizi gidermememize yardımcı olan güzel bir şehir olarak kalıyor aklımızda.  


23 Temmuz 2015 Perşembe

GRAND KANYON: Vadideki Aşkın Ruh

Varsın klişe olsun: Grand Kanyon hayran bırakırken düşündüren yerin adı benim için. Niagara'da başlayan doğa ile diyalektik açılımımı bambaşka boyuta taşıyor burası. Bir nehir, 17 milyon yıl, 446 km uzunluğunda, 29 km genişliğinde ve 1857 metre derinliğinde bir kanyon... Turist kafası ile gittiğinizde iki ışık gösterisiyle önce hayran bırakıyor kendine. Özçekim yapmaktan ve fotoğraf çekmekten bitkin düşüp bir kenarına oturduğunuzda ise gözlerinizi kısıp kanyona bakarken buluyorsunuz kendinizi. 17 milyon yıla takılıyor aklınız. Facebook'a konacak olarca fotoğraf vadinin size vaad ettiklerinin bir kısmı. Diğer yanda ise zamana ve emeğe saygınızı arttıran ve ölümlü bir fani olduğunuzu kabul ettiren aşkın ruh hali  var. 




10 Haziran 2015 günü Detroit'ten uçağa binip, hayatımızın en keyifli gezilerinden birine başlıyoruz Betül ile. İstikamet Amerika'nın Batısı, Las Vegas, Grand Kanyon ve eyaletlerin en afilisi olan Kaliforniya. Yağmurlu bir hava ile uğurluyor Michigan bizi o gün. 4 saatlik yolculuk ve 3 saatlik eyaletler arası bir zaman farkı ile sabahın erken saatlerinde Las Vegas'a iniyoruz. Günah şehri Las Vegas'ta hava öyle sıcak ki, cehennem varlığını hatırlatıyor desek yeridir. Evet ilk konaklama noktamız Las Vegas olmasına karşın, ben bu gezinin yazılarına Grand Kanyon ile başlıyorum. Vegas'ta olan Vegas'ta kalır demeyecek onu da paylaşacağım ancak geziye başlarken bir gece konakladığımız bu şehirde gezinin kapanışında da bir gece kalacağımız için Vegas'ı en sona bırakıyorum. Şimdilik sadece buradan araba kiraladığımızı belirterek geçeceğim burayı. İnternette okuduğum araba kiralama felaketleri nedeniyle korka korka gittiğim Budget ofisinden şansımın yaver gitmesi sonucunda seviye yükseltme (upgrade) kazanıyor ve bir Camarro anahtarı ile çıkıyorum. Sağol Vegas. 

Gelelim Kanyon'a. Las Vegas ile Grand Kanyon arası 4 saati biraz aşan bir yolculuk yapıyoruz. Daha önce yapmadığım cinsten bir yolculuk oluyor bu. Hava çok sıcak ama olsun, yol müthiş. Bi defa çölde yolculuk yapma hissi çok farklı. Ufukta gördüğünüz çıplak dağların rengi neredeyse mor, güneş vurdukça farklı renklere bürünüyor. Yolun etrafı alabildiğine sarı renkte, öyle çok fotojenik kaktüsler görmüyoruz ama makiyi andırır cinsten çöl bitkileri zaman zaman sarı okyanusu renklendiriyor. Betül ile birlikte bu güzelliği seyrederken bir yandan da tedbiri elden bırakmıyoruz. Çöl bu, benzin bulup bulamayacağımız belli olmaz diyip arabada yarım depo politikası uyguluyoruz. Benzin göstergesi yarım deponun altına düşer düşmez istasyon arıyoruz. Sağolsun arabamızın benzine yaklaşımı çok net: "Kiralamasaydın o zaman fakir" modunda. 

Neyse Grand Kanyon'a öğlen sıcağı hala etkisini hissettirirken ulaşıyoruz. Bizim gittiğimiz yer Kanyon'un güney yakası (South Rim). Kanyon inanılmaz büyük bir yer olduğu için farklı güzergahlardan da girmek mümkün. Ancak güney yaka Las Vegas'a en yakın ve en çok ziyaret edilen yakası Kanyon'un. Kanyon Arizona'da kendisi ile aynı adı taşıyan bir milli park içerisinde, Eğer belli başlı tatil günlerine denk gelmez iseniz araç için 30 USD ödemeniz gerekiyor. Aldığınız bilet ile, yanlış hatırlamıyorsam, bir haftalık giriş çıkış hakkı elde ediyorsunuz. Çok sayıda insan burayı kamp yapmak için de kullandığından bu ücret onlar için oldukça makul. Bir hafta kamp yapsanız da bizim gibi yarım günlüğüne bakıp çıksanız da 30 dolar ödüyorsunuz. 

Kanyon'da ne yapacağınızı belirleyen temel soru ne kadar sürenizin olduğu. Biz her zamanki gibi iki haftaya üç eyalet, 6 şehir ve 5000 km sığdırma derdinde olduğumzdan sadece öğlenden akşama kadar olan süreyi ayırabiliyoruz buraya. Diyelim ki, süre sıkıntınız yok. O vakit Kanyon'da limit gökyüzü oluyor. Kamp yapmak, Kanyondan aşağı inip, orada konaklayıp, balık tuttup tekrar tırmanmayı içeren turlara katılmak, Colarado nehrinde rafting yapmak gibi türlü aktiviteler var. Bizim gibi aşağı yukarı yarım günü burada geçierecek ziyaretçiler için ise Grand Kanyon ziyaretçi merkezi etrafında yer alan gözlem noktaları daha cazip görünüyor. Kısa süreli ziyaretçiler için en ideal olan güney yaka patikası (South Rim Trail) güzergahını takip etmeye karar veriyoruz. Temel olarak üç gözlem noktası arası bir mesafe bu: Mather Point, Yavapai Point, Jeoloji Müzesi. Sıcak bana kâr etmez diyenlerden iseniz bu güzergahı Verkamp's ziyaretçi merkezi ve Grand Kanyon köyüne kadar uzatmanız mümkün. Biz bize yakın olan ziyaretçi merkezi etrafından ücretsiz otobüs seferleri ile Mather Point'e gidip seferimize başlıyoruz. 

Mather Point'te açık bir gökyüzü ve güzel bir manzara karşılıyor bizi. Buaradan baktığınızda vadinin genişliğini ve derinliğini daha iyi anlayabiliyiorsunuz. Ama vadiyi bu hale getiren baş aktörü görmeniz o kadar kolay olmuyor, en azından Mather Point'ten. Gördüğümüz manzara: 


Burada biraz oyalanıp bol bol fotoğraf çektikten sonra, ağaçlı bir yoldan Yavapai Point'e doğru yürüyoruz. Agaçların arasından yürüdüğümüz için sıcaktan o kadar çok etkilenmiyoruz. Yavapai Point'te vadiyi Mather Point'ten gördüğünüzden farklı bir açıdan seyretme şansınız oluyor:


Yavapai'yi Mather'dan ayıran iki önemli özelliği var: Öncelikle buradan - gözlerinizi yeterince kısar ya da fotoğraf makinenizin zoom özelliğini yeterince iyi kullanırsanız - Colorado Nehri'nin bir kısmını ve üzerine inşa edilmiş köprüyü görmeniz mümkün. Aslında nehir de üzerindeki köprü de oldukça büyük(müş) ama tabii ki baktığınız mesafeden dolayı oldukça küçük görünüyorlar. Betül'ün fotoğraf makinesi nehri uzaktan da olsa görüntülemememizi sağlıyor: 


Yavapai Point'teki ikinci şey ise jeoloji müzesi. Müze dediysem çok da büyük bir yerden bahsetmiyorum. Aslında büyükçe bir salon diyebileceğimiz bir yer. Yavapai'de tam vadinin kenarında konuşlu bu yerden hem vadiyi seyredebiliyor, isterseniz dürbünle daha yakından görebiliyor hem de bu vadi nasıl oluşmuş sorusunun yanıtına ilişkin basit anlaşılabilir açıklamalar bulabiliyorsunuz. Jeoloji ve müze kelimeleri yanyana gelince biraz "entel" ve ürkütücü gelebilir ama inanın öyle olmuyor. İlginizi çekecek eğlenceli şeyler okuyorsunuz burada. Örneğin vadinin kaya yapısının farklı tabakalarında farklı jeolojik dönemlere ilişkin bulunan fosiller arasında deniz canlılarının bile bulunduğunu öğreniyorsunuz. Bu durum vadinin geçmişine/yaşına ilişkin somut bir fikir veriyor. Aşağıdaki videoda da bu müzede yer alan vadinin kabartması yer alıyor: 


Yavapai'de oldukça vakit harcıyoruz. Çıktığımızda açıktığımızı hissediyoruz, bir yandan da en önemli an yaklşıyor: Güneşin batışı. Vadiden çok uzaklaşmak, yeniden otobüsle aşağı inmek istemiyoruz. Güneşin batışını en iyi nereden seyredebiliriz diye düşünürken Mather Point'e karar veriyoruz. Zaten hazırlıklı gelmiş vaziyetteyiz, çantalarımızda Betül'ün yol üstü duraklarında hazırladığı sandviçler ve yoğurtlarımız var. Bir de çekirdek. Zaten açıkmış vaziyetteyiz, bir de manzara güzel olunca, sandviçlerin bayatlığına falan bakmıyor, gömüyoruz. 


Ya hadi sandviç ve yoğurtlar neyse de, o manzara da, hafif de bulutlar gelmişken çekirdek bambaşka birşey oluyor. Bir şey bu kadar mı keyif verir insana. Oturup orada manzaraya baka baka çekirdeğimizi çitliğyoruz, hatta bu daha sonrasında Batı gezimiz için bir gelenek haline geliyor, çekirdek nerede çitlenir diye itinayla araştırıyoruz:



Tabiki yemek öncesinde ve sonrasında güneşin batış anına kadar olan sürede sağda solda dolanıp fotoğraflar çekmek için bol bol vaktimiz oluyor: 



Ve nihayet o büyük an geliyor, güneş artık iyiden vadinin ucuna doğru iniyor. Aslında hiç kimse için bilinmedik bir manzara değil vadiye yansıyan güneşin yol açtığı sarılık. Amerika'ya her gelenin paylaştığı klasik fotoğraflardan biri. Ama yine de beni çok etkiliyor. Yazının girişinde de belirttiğim gibi, doğanın bu kadar haşmetli ve güzel olması insan ruhunda farklı boyutlara kapı aralıyor. Bu aşkın hal doğaya, Tanrı'ya, küçücük ve ölümlü olduğunuza, güzelliğe, sanata herşeye inandırabilecek bir duygu yoğunluğu yaratıyor. En azından ben de öyle oldu, bilmiyorum belki de geziye bloğa falan çok mu kaptırdım kendimi, bilemiyorum. Neyse, manzara şu: 


Güneşi de batırdıktan sonra Grand Kanyon'dan ayrılıp otelimize doğru yollanıyoruz. Otelimiz Kanyon'a yaklaşık bir saat mesafedeki Williams kasabasında. Buradaki oteller Kanyon bölgesindeki gibi hem aşırı pahalı değil hem de ertesi gün gerçekleşetireceğimiz ve çoğu çölde geçecek olan 7 saatlik yolculuk için iyi bir başlangıç noktası olacak. Bu bir saatlik tek yönlü yolu ve karanlık yolu aklımızda güzel manzaralarla tamamlıyoruz. Ertesi gün istikamet Kaliforniya, San Diego.   

18 Temmuz 2015 Cumartesi

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Niagara Şelalesi: Cennetin Ürküten Sesi.

Bazen, korktuğumuz için hayran kalıyoruz doğaya. Bunu hayatımda ilk defa bir dalış esnasında ayaklarımın bir kaç metre ilerisinde başlayan uçuruma bakarken hissetmiş, bacaklarımı titreten korkumu hayranlık hissiyatı ile bastırabilmiştim. Niagara'yı yakından görür görmez beynime hücüm eden yine bu düşünce oldu. 51 metre yükseklikten bir saniyede dökülen 63 milyon metreküp su, hayran bırakmadan önce korkutuyor insanı. Tekne ile iyice dibine sokulduğunuzda ise korku yerini tarifi zor bir heyecana bırakıyor.  


Bir yedi saatik yolculuk daha yapıp Boston'dan Niagara County'e ulaşıyoruz.  Arabayı da tek başıma kullandığımdan yorgunluk biraz birikimli olarak etkiliyor beni. Bu nedenle Niagara County'e akşam saatlerinde ulaştığımızda sadece yemek yemek için dışarı çıkıyor ardından tekrar otele dönüyoruz. Niagara Falls'a seyahatte konaklama için iki şehir alternatifiniz var. İlki şelale ile aynı adı taşıyan Niagara County. küçük bir yer ve şelaleye yakın. Biz burada Best Western'de konaklıyoruz. Bir gecelik konaklama için fiyat performans analizi fena değil ya da daha doğru ifade edersek fiyatı iyi ama performansı fena değil. Konaklamak için diğer alternatif ise Buffalo. Görece daha büyük ve otel alternatifi daha fazla olan bir yer. Ancak biraz daha uzak. Tek gece geçirdiğimiz Niagara Couny'de biz yemek yemek için Panera Bread'e gidiyoruz. Özellikle çorbaları salataları ve menüsündeki diğer yemeklerle Panera Bread, Olive Garden ile brilikte Amerika seyahatimizde sık sık başvurduğumuz mekanlar oluyor. Abur cubur ve hamburger yerine daha sağlıklı bir alternatif oluyor bu ikisi.     

Ertesi gün erkenden çıkıyoruz otelden. Niagara Falls'da en rahat olduğunuz konulardan biri araba parkı. Özellikle Boston felaketinden sonra bu ilaç gibi geliyor. Şelalenin de olduğu mili parka doğru yaklaştıkça, ellerinde tuttukları bayrakları sallayıp yaratıcı şovlar yaparak müşteri çekmeye çalısan otopark görevlileri görüyorsunuz. 5 dolar gibi makul bir fiyata arabanızı  tüm gün park edebileceğiniz yerler buralar. Biz de arabamızı park ediyor ve ardından, beş dakika yürüyerek parkın içerisine giriyoruz. İnsan Niagara Falls deyince şöyle şaşalı bir ulusal park girişi falan bekliyor. Ama parka giden yol bu beklentiyi karşılamaktan uzak kalıyor. Yıkılmadan önce Atatürk Orman Çiftliğindeki hayvanat bahçesinin girişini andırıyor burası bana.  Ama merak etmeyin, şelaleye yaklaştıkça duyduğunuz ses ve gördüğünüz manzara herşeyi silip süpürüyor. 

Efenim önceki yazılarda da gördüğünüz üzere ben, belki de bir çoğunuz gibi, bazı şeyleri son ana bırakmayı seven bir insanım. Park giriş biletlerini de bir gün önce otelde internetten alırım, sırada beklemem diye düşünüyordum ama tabi ki o kadar yol yorgunu olunca o iş yalan oluyor. Bilet işi yine gişeye kalıyor. Ama şansı yaver giden bir insanım aynı zamanda. Çünkü bilet için neredeyse hiç sıra olmadığı gibi internet fiyatları ile gişe fiyatları arasında herhangi bir fark olmadığını görüyorum. İnternette bulacağınız bilet standart Discovery Pass denilen 38 dolarlık bir bilet. Bilete dahil olan hizmetler  Niagara ile ilgili bir kısa film (Niagara Adventure Theater), akvaryum, rüzgar mağaraları gezisi, seyir terası ve elbette şelalenin hemen dibine yapılan tekne yolculuğu (Maid of the Mist). Bunlardan ilk ikisi biraz daha çocuklara hitap eder düşüncesi ile biz bunları eleyerek diğerlerini yapmak istiyoruz. Üstelik tasarruf etmemize de neden oluyor bu,kişi başı üç dolar kadar. Ama olsun en azından istemediğimiz bir şeye para vermemiş oluyoruz (Kaldı ki Adventure Theatre Youtube'da var). Elbette işin en heyacanlı kısmı tekne yolculuğu, Maid of the Mist. Ama şelaleye yakın mağaralara gitmek fikri de heyecanlandırıyor bizi. Fakat maalesef o gün o hizmetin verilmediğini öğreniyoruz. Olsun, biz de etrafa biraz bakar ve tekne  gezimizi yaparız diyoruz. 

Konu Niagara Şelalesi olunca bitmek tükenmek bilmeyen ve asla dışında duramayacağınız bir tartışma konusu "Amerika tarafı mı daha iyi Kanada tarafı mı?" sorusu oluyor. Yılların geyiği burada.... Malum Niagara Kanada ve ABD arasındaki sınır bölgelerinden biri aynı zamanda. Nehrin üstünden geçen ve aşağıdaki fotoğrafalarda görebileceğiniz bir köprü iki ülkeyi birbirine bağlıyor. Ama zaten iki ülke arasındaki sınır korumasız bir sınır ve bu anlamda dünyada bir ilk.  Bloglarda sizin taraf bizim taraf kavgası süre dursun, zaten tekneler hangi ülkeden olursa olsun aynı rotayı kullanıyorlar şelale yolculuğu için. Yine de genel konsensus Kanada tarafından her üç şalele de (American Falls, Bridal Veil Falls ve Horshoe Falls) tam karşıdan göründüğü için buranın daha panoramik bir manzara sunduğu. Buna karşın Amerika tarafında ise şelalelere daha yakından bakma şansınız oluyor.  Biraz fotoğraflarla anlatalım: 

Amerika tarafından gördüğüğnüz manzara bu. Bu manzaraya tam cepheden baktığınız yer ise Kanada. 
Tekne gezisine başlamamak için kendimizi zor tutuyoruz. Ama öncesinde biraz manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Tabi her zamane gezgini gibi bu fotoğraf çekmek işinin cılkını cıkarıncaya kadar, deli gibi basıyoruz deklanşöre. 


Yukarıdan baktığınızda gördüğünüz ve şelalenin en dibine kadar giden tekneler heyecanınızı biraz daha arttırıyor. Bu arada şelalenin dibine kadar derken, mübalağa yapmadan kelimenin gerçek anlamı ile söylüyorum. Tekne kaptanları tekneleri mümkün olabilecek en yakın noktaya kadar yaklaştırma konusunda inanılmaz bir çaba sarfediyorlar. 


Tekneleri görünce biz de gaza geliyoruz ve tekne turuna başlamaya karar veriyoruz. İşin en keyifli tarafı bu olunca bir miktar beklemeyi de göze almanız gerekiyor tabi. Bir asansör ile nehir seviyesine inip orada tekne için sıraya giriyorsunuz. Buarada baya bi ıslanacağınız için müesseseden ikram olarak size mavi mavi yağmurluklar veriliyor. 

Tekne turu için beklediğimiz sıranın yukarıdan ve aşağıdan görünümü. Şirinlere dönmüş vaziyette bekliyor insanlar.
Henüz ıslanmamışken biz. 
Yaklaşık bir yarım saat bekliyoruz tekne turu için. Gelen teknelerdeki insanların bağrışmalarını ve suratlarındaki ifadeyi gördükçe zamanın akışı biraz daha ağırlaşıyor, geçmek bilmiyor. Bir yandan tekne sırasında beklerken bir yandan da teknenin neresinde durmamız gerektiğine dair bir strateji belirlemeye çalışıyoruz Betül ile birlikte. Hedefimiz teknenin şelaleye en yakın tarafında olmak. Teknenin manevralarını analiz edip nerede durmamız gerektiğine karar veriyor, azcık da omuz ata ata oraya doğru yöneliyoruz. Nihayet teknenin en ucundayız ve hareket ediyoruz. Tekne yanaştığı iskeleden demir alıp burnunu şelaleye doğru çevirdiğinde heyecanımız bir kat daha artıyor. Yaklaştıkça önce su damlalarını hissediyoruz ve şelale büyüdükçe büyüyor. Şelalenin her iki kolundan dökülen suların kayalara çarpması ile oluşan bir su bulutu uzanıyor gözümüzün önünde.



Bu gözlerimiz açık şekilde gördüğümüz son net görüntü oluyor. Tekne yaklaştıkça, bir yandan kayaları döven şelalenin sesi kulaklarımızı adeta sağır ederken bir yandan da iliklerimize kadar ıslanıyoruz. Şelalenin etrafındaki su haresi o kadar yoğun ki sanki kuvvetli bir sağanak yağmurun ortasında kalmış gibi gözlerinizi bile açamıyorsunuz. Tabi teknenin en önünde olmamız nedeniyle biz bunu daha fazla hissediyoruz. Gözlerimizi arasıra açabildiğimiz anlarda görebildiklerimiz ise aşağı yukarı şöyle:



Tekne şelalenin dibinden uzaklaşmaya başlıyor. Ama orada ne kadar kaldık, hiç anlayamıyorum. Bir saniye kaldığımıza da bir saat kaldığımıza da inanacak bir durumda hissediyorum. Niagaranın sularının sesiyle sağır olmak ve iliklerine kadar ıslanmak kesinlikle zamandan münezzeh bir his. Şelaleden uzaklaştıkça daha da net anladığımız tek bir hakikat var, sırılsıklamız, çoraplarımıza kadar ıslanmış vaziyetteyiz.
Niagara'yı bulunca ıslanmanın hakkını veren ben. 
Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama inanılmaz mutlu tamamladığımız bir tekne gezisi oluyor. Eğer yolunuz düşerse diye muhakkak ekleyelim, verdikleri yağmurluğun neredeyse hiç faydası olmuyor çünkü sağanak inanılmaz kuvvetli şelale yakınında. Bu nedenle yanınızda muhakak yedek kıyafetler bulundurun derim, hatta bu yedek kıyafetleri koyabileceğiniz su geçirmez bir çanta da şart. Aksi takdirde güneşte biraz fazlaca beklemek mecburiyetinde kalabilirsiniz.

Tekne turunu tamamladıktan sonra ne yapsak diye düşünüyoruz, ama aklımız hala Maid of the Mist'te (Tekne turunun ticari adı) kalıyor . Tekrar binsek mi diye çok düşünüyoruz ama "neyse bu işin Kanada bacağı olacak ilerleyen aylarda inşallah o zaman" diye avutuyoruz kendimizi. Asansörlerle yeniden yukarıya çıkıyoruz, bu defa gözlem kulesine. Buradan şelaleleri, Kanada kıyılarını ve iki ülkeyi birbirine bağlayan köprüyü rakımı daha yüksek bir noktadan seyredebiliyoruz.
 
Kanada ile ABD'yi bağlayan köprü ve Kanada kıysındaki tekneler. 
Parkın içinde bir treleybüs ile Niagara nehrinin şelalelere ulaşamadan önceki kısımlarını da görebilmeniz için bir tur düzenliyorlar. Cüzi bir ücret karşılığında bu araca binip nehri daha yakından görmek ve nehirle ve şelale ile ilgili bilgileri tur rehberinden dinlemek mümkün. Bu kısa tur hop on hop off mantığıyla işliyor. Yani farklı farklı durakları var ve isterseniz bu duraklardan birinde inip dolaşabiliyor, fotoğraf çekebiliyor ve ardından gelen araca binerek yolunuza devam edebiliyorsunuz. Biz dönüş yoluna çıkacağımız için tüm duraklarda durmuyoruz ama yine de aşağıdaki fotoğraflarda da yer alan güzel manzaraları da görme fırsatımız oluyor. Tur esnasında fark ettiğimiz bir şey de Niagara nehrinin kendisi oluyor. Şelalelerin etkisi ile ilk etapta dikkatinizi cezbetmese de bu tur esnasında ne kadar büyük ve vahşi bir nehir olduğunu daha iyi anlıyorsunuz.


Böylelikle Amerika gezimizin ilk ayağı olan Doğu turunu Niagara Şelalesi ile bitirmiş oluyoruz. Niagara kesinlikle farklı bir deneyim yaşatıyor bize, tadı damağımzıda kalıyor. Kanada planlarıda yapılacaklar listesinin başında şimdiden Niagara'yı yeniden (ama bu defa Kanada tarafından) ziyaret etmek yer alıyor. Niagara'dan ayrılıp evimize, Ann Arbor'a dönüş hazırlıkları yaparken Niagara'nın üzerimizdeki etkisini en iyi anlatan Betül'ün aşağıdaki fotoğrafı oluyor.